AKINCILAR AKINCILAR FORUM |
|
| DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Ptsi Nis. 05, 2010 8:01 pm | |
| Konunun ilk mesajı :
A.Mümtaz İDİL 04.04.2010
Faust, herkesin bildiği gibi, Goethe’nin ünlü tiyatro eserindeki kahramandır. Belli pazarlıklar karşılığı ruhunu Mephisto’ya, yani şeytana satan, ama sonunda kurtuluşu kendini öldürmekte bulan bir doktorun öyküsüdür. Goethe’nin, kendinden önce de birkaç kez ele alınan bu öykü, her dönemde ruhunu şeytana satanların trajedisi olarak dünya edebiyatında tartışmasız yerini aldı. Bunun çok basit bir nedeni vardı: Faustlar asla eksilmiyor, daha da kötüsü giderek artıyordu. Az ya da çok, hayatında herkes Mephisto ile mutlaka bir pazarlığa girmiştir. Aksi düşünülemez. Goethe, insanın her zaman tutkularının esiri olabileceğini eserlerinde işlediğinden, Faust ile Mephisto arasındaki alışverişte insanın mutlaka kaybedeceğinden yola çıkarak, dikkati “şeytanla pazarlığın” dışına çekmeye çalışmıştır. Yani, “eğer şeytanla pazarlığa girdiyseniz bunun bir bedeli olduğunu da kabul etmek zorundasınız,” temasını işlemiştir. Türkiye şu anda, sayısı artık yüzleri bulan Faustlar tarafından kuşatılmış durumdadır. “Yandaş” diye adlandırılan ve ülkenin gidişinin iyi olmadığını gördüğü halde, bedelini çoktan aldığı ve sözleşmesini imzaladığı bir çıkar uğruna, Mephisto’nun dediğini yapmakta, sözünden bir adım bile dışarı çıkmamaktadır. Mephisto’ya daha da fazla yaranabilmek için, kendisine yüklenen “görevi” aşan bir çaba içinde bulunanlar da az değildir.
Goethe’nin Faust adlı trajedisine konusunu kendisinden tam yüz yıl önce doğmuş olan ve dünya edebiyatının en büyüklerinden biri sayılan, ünlü İngiliz yazar Christopher Marlowe’dan aldığı bilinmektedir. Otuz yıllık yaşamının son yedi yılında yazmaya başlayan ve yazdıklarıyla kendisinden sonraki kuşağı, özellikle de yaşıtı sayılan William Shakespear’i derinden etkileyen Marlowe’un, “The Tragical History of Dr. Faustus” adlı tiyatro eserinden yola çıkan Goethe, belki de bu “nihilist” yazarın ulaşmayı amaçladığı hedefleri çoktan aşarak, günümüze kadar kahramanını sürüklemeyi başarmıştır. Çünkü Goethe de bilmektedir ki, dünyadaki Faustlar hiç eksilmeyecek, hatta artarak varlıklarını şeytana adamayı sürdüreceklerdir. Zaten insanlık tarihinin yakasını hiç bırakmayan “mephistolar,” sayesinde Marlowe’un, Goethe’nin ve son olarak da Thomas Mann’ın ele aldığı Dr. Faustuslar trajedisi unutulmamıştır ve insanlık var olduğu sürece de yaşayacaklardır. Nitekim, Türkiye hiç bir döneminde olmadığı kadar Faustların varlığını ağır ve yok edici biçimde yaşamadı. Ne Ali Kemal’ler bu dönemin Faustlarına yaklaşabildi, ne Fetret dönemi böylesine ağır bir katliamı, kardeşin kardeşi boğazlamasını yaşamadı. İhanet diz boyu... Fasutları numaralamaya kalksak, geçtim kurşun kalemi, tükenmez bile tükenir. Öylesine çoğaldılar ki, Türkiye tarihi bunu ileride “kara liste” olarak yayımlayacaktır. Sonuç ne olursa olsun... Hangi rejim Türkiye’ye egemen olursa olsun, fark etmeyecek ve Faustlar tek tek tarih önünde yargılanacaklar... Ne ceplerindeki dolarlar onları kurtaracak tarihin azgın sayfalarından ne de “nedamet” çığlıkları. Dr. Faustus trajedilerinde Mephisto bellidir. O da Tanrı ile pazarlığa girişmiştir. Ama günümüz Mephistosu veya Mephistolarının kimliği ve sayıları belli değildir. Belli olan, onların Tanrı ile değil AB ve ABD ile pazarlığa oturmuş olmalarıdır. Tanrıları bellidir. Kurbanlarını da, bu güçlerden aldıkları “varlıklar ve vaadlerle” yanlarına çekerler. Goethe’nin “Faust”unun giriş bölümü, Tanrı ile Mephisto arasındaki o ünlü diyalogla başlar. Tanrı melekleri ile konuşurken, araya Mephisto girer ve Tanrı’nın kendisini melekleri kadar sevmemesinden yakınır. Tanrı ise onu hep kötülükleri konuşmakla suçlar. Kelime kelime olmasa da şuna benzer şekilde sürer diyalog: Mephisto: Hayır yüce Tanrı! Ama yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm sürdükçe, insanlar benden kurtulamazlar. Tanrı: Ben onları bir çeşit sınavdan geçiriyorum. Mephisto: Onlar da hep sınıfta kalıyorlar. Tanrı: Faust’u tanıyor musun? Mephisto: Şu doktoru mu? Tanrı: Evet, benim saygın kulumu! Mephisto: Demek ona güveniyorsunuz? Eğer izin verirseniz, kendi yöntemlerimle bu adamı nasıl yolundan saptırdığımı göreceksiniz. İşte olay bu neredeyse insanlık utancı olan diyalogla başlar ve devam eder. Kuşkusuz, Mephisto dediğini yapacak, insanlık da edebiyat tarihinin en trajik kahramanlarından birini kazanacaktır. Burada şeytana mı teşekkür etmek gerekir, Fausta mı, bu da ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz... Tanrı ile Mephisto arasındaki iddialaşmanın sonunda, üç büyük meleğin koro halinde söyledikleri ise durumu daha da vahimleştirip, traji-komik hale çevirmektedir: “Ey Tanrının kulları! Tanrıdan asla umudunuzu kesmeyin. O sizlere annelerinizden daha sevecendir. Belaları ve şeytanları size acı çektirmek için değil, bulunduğunuz konumu yüceltmek için yaratmıştır.” Faust’un Mephisto ile anlaşmasının temelinde “zevk” yatmaktadır. İnsanoğlunun dayanamadığı konuların en başında gelen özelliklerinden biri yani... Anlaşmanın özeti de şöyledir: “Eğer rahatlayıp köşeme çekilirsem, bu benim sonum olsun. Kendimden hoşlanmamı sağlayacak kadar bana dalkavukluk edip beni kandırırsan, beni zevkle aldatabilirsen, bu benim son günüm olsun. Bir an, çok güzelsin dersem, beni zincire vurabilirsin. O zaman mahvolmaya razıyım.” İmza, Dr. Faust... Bu “sıkı” anlaşmanın insanlığa öğrettiği en önemli kurallardan biri, insanın ruhunu şeytana bir kere satmasıyla binlerce kez satması arasında hiç fark olmadığıdır. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu kural, Tanrılar katında genelleştirilmiştir. Her kötülüğün ilk adımının zor olduğu, ilk cinayeti, aldatmayı, sömürmeyi, kaytarmayı, kara yalanları, rüşveti, hırsızlığı vb., başarabildikten sonra, gerisinin kendiliğinden geleceği, aritmetik dizi hızıyla artacağı anlatılmaktadır. Evet, bu kadar basittir konu, ama insanın burnunun ucunu görmekte her zaman çektiği zorluğu Goethe yüz yıldan fazladır anlatıp durmaktadır. Çünkü birinci hata eğer tatlı sonuçlandıysa, ikincisi yinelenecektir. Yok eğer başarısızsa, birincinin hatasını örtmek için ikinci denenecektir. Ta ki, yıkım gelene kadar... Kumar makinelerindeki ilk kolu çektikten sonraki kazanma hırsıdır şeytan, ya da “geceden kalma”nın sarhoşluğunu atmak bahanesiyle sabahın köründe içilen bir duble içki ya da önce iş gezileriyle başlayan “kaytarmaların” eve hiç dönmemeleriyle sürmesi, yerine konmak üzerine alınan bir “değerin” artık yerine konmamak üzere alınmaya başlaması ya da ne bileyim, hiç gereği yok gibi görünürken, insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır şeytan... Ya da bile bile ülke bütünlüğünün ayaklarının altından kayıp gitmesiyle cebindeki dolarların artması arasında sıkışıp kalmış düşüncedir Mephisto... Kendini kandırmaya bahane bulmaktır. Yalan olduğunu bile bile doğru gibi yazmaktır. İnancı ile düşüncesi arasınndaki tercihi kullanamamaktır... Arafta kalmaktır. Masum beyaz yalanların, koyu karanlık çukurlara çekilmesidir. Ama ne yazık ki, sayılarının çokluğu nedeniyle, Goethe’nin masum Dr.Faustus’u kadar büyük bir onur beklememektedir onları. Pişmanlık ve bunun bedelini ödemek asla söz konusu değildir. Dünya, bu dünyanın nimetleriyle tüketilmelidir. Bunun maddi karşılığı, manevi tüm karşılıkların ötesindedir. Dinci sömürü de budur. Mephisto ile kol kola dans ederken, inanan insanların başlarını “semaya” çevirmesini öğütlemektir.
Kaynak: Odatv
[quote]Dinci sömürü[/quote] Eksik bırakmış, simetrisinde Kemalist sömürüyü unutmuş.
En son AZYA tarafından Paz Mart 13, 2011 1:07 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: CUMHURİYET GAZETESİ Ptsi Ocak 24, 2011 5:31 pm | |
| Cumhuriyet Gazetesi ve İğdiş Edilmiş Beyinler Bülent Esinoğlu Birinci sayfaya Merhum Uğur Mumcunun Kocaman resmini koy, ikinci sayfaya da İngiliz Savunma Bakanının yazısını koy. Cumhuriyet Gazetesi ne yapmaya çalışıyor? Ne zamandan beri, Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bir yazı yazmak istiyordum. Ancak, emperyalizmin ülkemiz üzerinde sürdürdüğü ağır tehdidi ve ona karşı hangi düşünceden olursa olsun, ülke savunması yönünde düşünmeye çalışanların birliği ve beraberliğine zarar gelmesin diye, hep bu yazımı erteleyip durdum. Cumhuriyet Gazetesini okuyanlar belki hatırlarlar, çok değerli, vatansever, kalemi ile insanları kendisine hayran bırakmış, merhum Deniz Som’un köşesine de sıkça da misafir oldum. Yazılarım ve düşüncelerim oradan okuyanlara ulaştı. Ülkemizde emperyalizmin çıkarlarının derinleşmesi ile birlikte, basın yayın hayatımızda olumsuz yönde çok önemli gelişmeler olduğunu zaten çok yakından takip ediyorduk. Cumhuriyet Gazetesini okuyanların kendilerine biçtikleri kimliğin, sol veya sosyal demokrat olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Okuyanlar kendini böyle tanımlar, Gazete de kendisini bu okuyucu kitlesini esas alarak, böyle olduğunu ima ederek yayın hayatını sürdürür. Aslında giderek sol kimliğini yitirdiğini, emperyalizme karşı mücadeleci bir tavır almadığından söz edip, yılardır şikayetleşip dururduk. Ancak şikâyetlerimizi mümkün olduğunca dost meclislerinde dile getirip, açık etmemeye çalışırdık. İlhan Selçuk, Deniz Som gibi çınarların yıkılmasından sonra, Gazete daha fazla sağa kaydı. Bir gazetenin sağa kayması mümkündür, sağa kayabilir. Sağ seçmene hitap edebilir. Hatta kendini sol diye tanıtmasına rağmen sağdan da yumruk atabilir. Bunların hepsine katlanmak belki mümkündür. Emperyalizm ile işbirliği yapan çevrelerden, ilanlar da alabilir. İlan alamıyoruz diye, sosyal demokratlara dönüp bir tek sol gazete var onu da yok etmek istiyorlar diye, öncen beyinlerini iğdiş ettiği sosyal demokratları da kandırmaya da devam edebilir. Ama bu gün ikinci sayfada İngiliz Savunma Bakanının yazısını görünce, kendime o kadar da saf olma dedim. Lia FOX, Bu adam kim? İngiliz emperyalizminin savunma bakanını, yanı İngiliz çıkarlarının yılmaz savunucusu olmaya baş koymuş birisi. Dilim ajan demeye bile varmıyor. Ajanlar ancak böyle kişilerin mahiyetinde çalışabilir. Yani kimin ajan olacağını bile böyle yetkililer tayin edebilir. Yani bir fikir adamı falan değil ki, Cumhuriyet Gazetesinin sol veya sosyal demokratlarına derin fikirlerini versin de, onlar da onun fikirlerinden yararlanarak, Türk insanı için bir şeyler üretebilsin. Hani haber bölümünde verirsinde, bizde ne edelim, elin İngiliz-i böyle düşünmüş deriz. Öyle değil ki, ikinci sayfa olan fikir ve ideolojileri oluşturan sayfada bu düşünceler veriliyor. Lia Fox diyor ki, “Türkiye kendini İran’a kullandırtmamalı”, peki, ya ne yapmalı? İngiltere’ye kullandırtmalı. Bunun için de İngiltere bir havuç uzatmalı. Nedir o havuç? Avrupa Birliğine tam üyelikte İngiltere’nin desteği. Sosyal demokratların kafası, daha önceden Cumhuriyet Gazetesi ideolojisi ile belirlendiği için, buradaki feciatı görmezler varsayımından hareketle, ikinci sayfaya konulmuş bir yazı. Bu bir yazı değil. Türk halkını İran’a karşı kışkırtma yazısıdır. Çünkü Batının menfaatleri İran’ın dize getirilmesine bağlıdır. Bay Fox şöyle düşünmüş ve Cumhuriyete yazı vermiş. Eğer laiklerin hassasiyetini daha da geliştirirsek, içerdeki laikleri kullanırsak, İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirebiliriz. Batının doğu ülke halklarını birbirlerine kırdırtma planı. Daha doğrusu BOP’un medya alanında ki uygulaması. Cumhuriyet Gazetesinin bu derece emperyalizmin hizmetine sunulabileceğini hiç aklıma getirmezdim. Daha dün çıkan Sözcü Gazetesinin bile, muhalefetin gazetesi olmayı başarırken, Cumhuriyetin sürekli baskı sayısı kaybetmesi, ne ile izah edilebilir. Benim eleştirilerim, Cumhuriyet Gazetesine değildir. O gazeteyi okuyanlaradır. Buyursunlar İngilizleri okusunlar. İngiliz Savunma Bakanının fikirleri ile yapılabiliyorsa, solculuk yapsınlar. Ya da biz İngiliz’iz desinler. Bu yazım,Cumhuriyet Gazetesi okuyarak solcu olunur, sananlaradır. 24.1.2011, bulentesinoglu@gmail.com | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: YAŞANANLAR DEVRİM Mİ? C.tesi Şub. 26, 2011 1:37 pm | |
| Savaşsız Yeni Dengeler Kurulur mu? Bülent ESİNOĞLU Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da süregelmekte olan kakışmalar, hangi sonuçlara gebedir? Şu sıralar, dünya kamuoyunun aradığı cevap budur. Bunu bilmek, geleceği bilmek demektir. Bildiğiniz gibi, insan insandır daima geleceği tahmin etmeye çalışır. Bu tahmini yaparken de, tarihten (geçmişten) ve mevcut verilerden yararlanır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika için yakın tarih, kâbusların tarihidir. Sınırları İngiltere ve emperyal güçlerin cetveli ile çizilmiştir. Rejimleri de bu devletler tarafından belirlenmiştir. Mesele sadece bu ülkelerdeki diktatörler değildir. Emperyalizmin bu ülkelerde 40-80 yıldır sürdürdüğü sömürü ortamıdır. Bu kalkışmalarda, doğrudan emperyalizm karşıtlığı yokmuş gibi gözükse de, asıl arkadaki neden emperyalizmdir. Bu kalkışmalardan sonra, tüm dünya, hiçbir şekilde kalkışmalardan önceki dünya olmayacaktır. Kimler nasıl etkilenecek diye kaba bir soru sorsak, en olumsuz etkilenen İsrail olacaktır. Amerika hariç, tüm ülkeler orta doğudaki çıkarlarının önünde İsrail’i bir sorun olarak göreceklerdir. Filistin’in devlet olarak kabul görmesi, kalkışmalardan önceki duruma göre, daha olasılıklıdır. Olumsuz etkilenenlerin ikinci sırasında, Avrupa olacaktır. Ancak Avrupa’da da derece, derece etkilenmeler olacaktır. En çok sömürenler en çok etkilenecektir. Sırasıyla İtalya, Fransa ve İspanya. Daha dün, Alman Başbakanı Merkel, Natanyahu’yu azarladı. “Orta doğuda barış için bir tek olumlu adım atmadın” diye. Bazılarının düşündüğü gibi, olayları Amerika organize etmiş bile olsa, kalkışmalardan sonra, Amerika’nın istediği gibi yönetimler bile gelse, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eskisi gibi olmayacak demek, emperyal ülkelerin, bu kalkışan ülkelerden aldıkları, hiçbir zaman eskisi kadar olmayacaktır. Çünkü ora halkları da, iş, aş ve vatan istiyorlar. Vatansız ekmek olmayacağına göre… Fısıltı gazetesi ve bir tevatüre göre; kalkışmanın sebebi şöyle izah ediliyor. Dünya tekelci sermayesi ikiye bölünmüş. İngiltere menşeli büyük bir Amerikan sermayesi, şöyle demekteymiş. Çin ekonomik ve diğer etkinlikler açısından çok büyüdü, onu durdurmalıyız. Kalkışmanın olduğu ülkelere üretimimizi kaydıralım. Ucuz emekten yaralanalım. Üretilenleri yakın ve doğu Asya’ya satalım. Bunu yapmak için de mevcut yönetimleri yenileyelim. Çin ile ancak böyle rekabet edebiliriz. Şimdilerde insani müdahale diye adlandırılan proje, bu projedir. Bu yeni proje Büyük Ortadoğu Projesinden ayrı olduğu için ve bu yeni projenin sahibinin de daha çok İngiltere olması hasebiyle, Gül bu projenin içinde düşünülürmüş. RTE ise, Amerika’daki diğer büyük sermaye gurubunun BOP projesi içinde düşünülmüş. Evet, Amerika’nın, İngiltere’nin böyle projeleri olabilir. Kısmen bu projelerde başarılı da olabilirler. Ama bu kalkışma olan ülkelerde, son sözü bu kez, ora halklarının söyleyeceği kesindir. Emperyalist ülkeler ancak askeri müdahale yaparlarsa, kendi lehlerine bir yönlendirme yapabilirler. Bu da, uzun ömürlü olmaz. Tıpkı, Irak’ta olduğu gibi. Müdahale daha on yılını doldurmadan “büyük öfke” yola çıktı bile… Emperyalizmin işleri artık daha zor. 26.2.2011, bulentesinoglu@gmail.com | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ C.tesi Şub. 26, 2011 1:39 pm | |
| Ortadoğu'da devrim filan yok! 25.02.2011 - 11:02 Yazdır Arkadaşına gönder Örgütsüz bir halkın, çok değil bir hafta, on gün içinde neler yapabildiğini görmek… İyi gelmiş olabilir.
Tutarlılık ve derinlikten yoksun olsalar da, birbirlerinden farklı ideolojik kulvarlarda yürüyen siyasi aktörlerin ortak bir amaç için bir araya gelmesine tanık olmak… "Mümkün işte" dedirtebilir.
Devrimci bir önderliğin yokluğunun halk kitlelerinin kararlılığı ve kitleselliğiyle telafi edilebileceğini düşünmek… İyimserlik yaratabilir.
Kamucu kültürü alabildiğine zayıf bazı İslam ülkelerinde kitlelerin tarihsel kalkışmalara imza atmasını "önyargı"lı değerlendirmelere atılmış bir tokat gibi algılamak… Rahatlatır mutlaka.
Evet, kendinizi daha iyi hissedebilir, yeni bir devrimci dönemin açılmakta olduğuna inanabilir, hayatın teoriden çok daha zengin olmasına bir kez daha şükredebilirsiniz.
Ama gerçekler orta yerde duruyor.
Bundan on gün önce Ortadoğu'daki gelişmeler için "devrimleri çalınan devrimler" diye yazmıştım, şimdi daha açık ve cesur olma zamanı geldi.
İleride, 2011 başlarında Arap ülkeleri için "devrimci bir dönem açılmıştı" saptaması yapılmayacak, yapılamayacak!
Ortadoğu'da emperyalizm açısından "sürdürülebilir olmaktan çıkan" düzen yeniden yapılandırılıyor. Bu sürecin beş günlük, on günlük, bir aylık safhalarına bakarak algılanması neredeyse imkansız.
Yoksul halk kitlelerinin zalimlere ve diktatörlere karşı ayaklanışına ve bu ayaklanmanın ardındaki özgürlük, demokrasi arayışına, insanların yoksulluğa ve eşitsizliğe dönük öfkesine sahip çıkmadan yapamayız. Kahire sokaklarında cellatların kılıcına, kırbacına bağrını açarak direnenlerin boyun eğmeyen insanı simgelediklerinden emin olarak…
Öte yandan, pandoranın kutusunu neyin açtığını merak etmek de gerekiyor.
Halk kitleleri kapağı kaldırdı. Peki kapağın yıllara meydan okuyan paslı kilidini kim açtı?
Mübarek ve Bin Ali'yi emperyalistler neden korumasız bıraktı?
Korunamaz olduklarını gördüler. Korunmalarının gerekmediğini anladılar. Yeni bir Ortadoğu kurulmasının önünde engel olduklarına ikna oldular. Fazla bir şey kaybetmeyeceklerinden emin, harekete geçtiler.
Mısır ve Tunus'ta emperyalistler de, kapitalizm de hiçbir şey kaybetmedi.
Emperyalistlerin ve kapitalizmin hiçbir şey kaybetmediği bir gelişmeden hayır gelmez.
Üstelik, emperyalistler ve kapitalizmin kazanabileceği bir sürecin önü açıldı.
Ortadoğu'daki dinamikleri çoğunlukla "mış gibi"lerle zenginleştiren gazeteci Hüsnü Mahalli, bu kez ihtiyatlı davranarak, bütün olup bitenleri "uyumlu İslam"ın yaratılmak istenmesiyle ilişkilendirdi. Haklıdır. "Ekonomik anlamda bireyci, egoist ve inanç itibarıyla kaderci vatandaş, bundan ne hayır gelir? İkisinin toplamı Batı için uyumlu olmaktır. Uyumlu vatandaş. Bakın dikkat edin, ılımlı demiyorum, uyumlu. Dolayısıyla sen, kafa yapın itibarıyla kapitalistsin, ama ideolojik olarak kadercilik itibarıyla uyumlusun" derken çok haklıdır.
Arap halklarının ayağa kalkışının arkasına sığınarak analiz yapamayız. Bunu "Avrupa solu" yapabilir, "emperyalist sızıntı" genlerinde tahribat yaratmıştır; bunu bölgeye uzak coğrafyaların bazı aydınları, liderleri yapabilir, oralardan öyle görünüyordur, öyle görmek işlerine geliyordur; ama biz yapamayız.
BOP olmadı, şimdi başka bir şeyi deniyorlar. Tutar mı sorusuna, "tutmaması için şimdilik bir neden yok" yanıtını verebiliriz.
Türkiye'de "şimdilik" tuttu. Evet, artık bellidir, işe Türkiye'de başladılar, Türkiye'de tuttuğunu gördüler. Şimdi daha cesurlar. Türkiye'de olanlara "hayırhah" bakanlar, Mısır ve Tunus'ta halkın göz kamaştırıcı kalkışmasından hayda hayda devrimcilik üretirler. Oysa, emperyalizm uzun süredir teklediği bir coğrafyaya yeniden müdahale ediyor, bugün için söylenecek temel gerçek bu.
ABD ve Avrupalı emperyalistlerin "fırsat"ı değerlendirmeye, gelişmelere yön vermeye çalıştıklarını söylemek bence artık yetersizdir. Bu coğrafyada kilidi açmak yeterlidir ve/ama belirleyici bir işlemdir.
Türkiye'de de bu kilidi açmışlardı. 12 Eylül ve Özal'ı yaşayan toplumun pandora kutusundan çıktığında "kapitalist cumhuriyet"in cumhuriyet kısmıyla hesaplaşacağından emin olduklarında kilidi açıp yılların müttefiki TSK'yı orta yerde bırakmışlardı. Sermaye diktatörlüğü kendini sağlama aldı, cumhuriyet tasfiye edildi.
Burada başka türlü, Mübarek'in diktatörlüğünde başka türlü…
Ortadoğu'daki ayaklanmalara yolu açan güç piyasadır.
Gidenler zalimdirler, diktatördürler. Arkalalarından okkalı birer küfür de sallayabiliriz dilediğimiz kadar. Peki ya sonra?
Sorulması gereken soruları aklımızdan çıkaracak mıyız?
Her örnekte ajanlığı ayyuka çıkmış "muhalif"lerin parlatılması, post-modern iletişim araçlarının "devrim"e hizmet etmesi için bütün olanakların seferber edilmesi, "domino etkisi" açıklamalarının arkasında ciddi bir planlamanın, bölge mühendisliğinin sırıtması…
Bunları sormayacağız, halk devrimlerini selamlayacağız!
Sonra, sıra Libya'ya geldiğinde, "emperyalizm" faktörü aklımıza yeniden düşecek!
Açık söylemek gerekirse, Kaddafi rejimi analizlerimizi değiştirmeye değmez.
Farklıdır, şudur, budur ama gerçekten değmez. Eğer Tunus ve Mısır'da yaşananlar başka Libya'da yaşananlar başkayla yetinir, buna göre konum alırsak, hata yaparız.
Elbette farklı...
Ama bizim önceliğimiz dönemi okumak olmalı.
Ortadoğu'da gelişmeler doğrultu itibariyle devrimci değildir. "Gerici" diyemiyorsak, bu korkaklığımızdan, bazı topraklarda seçeneksiz kalışımızdandır.
Sol, halk kitleleri ayağa kalktığında, meydanı emperyalistlere, gericilere bırakmamak, zayıf devrimci güçlerin serpilmesi, inisiyatif alması için moral/maddi destek sunmakla yükümlüydü elbette. Ama üç maymunu oynayamayız herhalde.
Türkiye'de bunu hiç yapamayız. Çünkü Türkiye'de başladılar, Türkiye'ye dönecekler.
Türkiye'de de "çaresiz"liğe mahkum olmak, insanlıktan umudu keser hale gelmek istemiyorsak…
Boyun eğmeyin, bildiklerimizi unutturmak isteyenlere boyun eğmeyin! Yazara soru yöneltmek için giriş yapın veya kayıt olun .Bookmark/Search this post .Yorumlar Bu habere 8 yorum yapıldı Fidel - 26.02.2011 - 10:43 sınıf savaşımları Yazınızda belirttiğiniz görüşün ürkek halini olaylar Mısır'a henüz yeni sıçramışken kendi aramızda tartışmıştık. Muhtemelen sizin de aklınıza daha erken geldi bu düşünceler ama ifade etmek için biraz daha beklemek gerekti.
Bu tartışmada önemsediğim iki yaklaşım var. Birincisini ve benim de doğru bulduğum yaklaşımı yazdınız. İkincisi ise her koşulda her hareketlenmeyi devrimci sayan yaklaşım. Bunda "çölde herşey mucizedir" psikolojisinin de etkisi olduğu açık. Bunun nedenlerini tartışmıyorum ama bu psikolojik durumun aşılması için de yapmamız gerekenler var diye düşünüyorum.
Bu girişten sonra soruma gelebilirim: Yaşananların açıklanmasında bizi daha donanımlı kılacak bir teorik güncelleme ihtiyacı bulunmuyor mu? Burada sorun sadece anlamak değil elbet. Değiştirmek için "yasaları" tekrar yazmak ve ona göre hareket etmek gerekiyor.
Bu nedenle analizin merkezine "sınıf savaşımları" yerleştirilerek siyasi mücadelenin hareket noktalarının güncellenmesi gerekmiyor mu? Gerekiyorsa MLAM'ın bu konuya (da) eğileceğini umabilir miyiz?
Teşekkürler. .evrim-devrim - 26.02.2011 - 04:48 Kuzey Afrika ve Ortadoğu Sayın Kemal Okuyan,
Kuzey Afrika'da gerçekleşen devrimleri emperyalizmin ortadoğuyu yeniden yapilandirma projesi olarak okumak gerektiğini söylüyorsunuz, doğru anladıysam. Bu yorumunuzdan sonra kafamda bazı sorular oluştu:
1- Arap devrimlerini, kitlelerin buralardaki nesnel koşullardan doğan hareketini yok sayarsak, 1923'te, Türkiye burjuva devriminin 1908'den sonraki ikinci momentinde, bu momentin tepeden devrim niteliğini de göz önünde bulundurursak, nasıl bir anti-emperyalist karakterden söz edebiliriz?
2- Arap devrimlerinde kitlelerin hareketini, nesnel koşulların (işsizlik, güvencesiz iş koşulları, aşırı düşük ücretler, polis devlet niteligi, diktatörlük baskısı vb) hareketlere etkisini göz ardı etmek, emperyalizmi mutlak ve her şeyi kontrol eden bir güç olarak görmek ne kadar doğrudur? Kitlelerin bu nesnel koşullara müdahalelerine devrim niteliğini kazandıran, onların nesne olmaktan çıkıp özne haline gelmeleri değil midir? Kitlelerin özne konumuna geldikleri, nitelik değiştirdikleri (nesne-özne), tarihsel kopuş koşullarının oluştuğu durumlar değil midir devrimci durumlar? Bu durumu göz ardı edip 'Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da devrimcileşen kitleleri yok saymak, emperyalist güçleri tek özne konumuna getirmek ne kadar doğru bir yaklaşımdır? Yani buradaki kitleleri ayağa kaldıran, onları devrimcileştiren, eşitsiz ve bileşik gelişme yasaları değil de emperyalist güçler midir?
3- Yoksa, emperyalizmin bu hareketlilikte tek özneymiş gibi görünmesine sebep olan, bu ülkelerdeki çelişkilerin çözümünün ancak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olduğuna dair kitleleri örgütleyecek bir öncü partinin eksikliği midir? Kuşkusuz bu devrimler sosyalist devrim değildir henüz, sormak istediğim nesne konumundaki kitleleri kontrol edecek bir özne 'emperyalist güçler' iken, bu özneyle çıkarları uzlaşmaz karşıtlıkta olan bir öznenin-öncü partinin- olmaması mı Kuzey Afrika'da devrim olmadığının göstergesi?
4- Örgüt olmaması madem bu kadar büyük problem yaratıyor, dünya üzerindeki diğer örgütlü komünistlerin bu gibi durumlara içerden dahil olmalarını sağlayacak enternasyonel niteliğinde bir örgüte olan ihtiyaçtan bahsetmek mümkün değil midir? Sizin deyiminizle "İhtiyaçlar icat doğurur" diye düşünürsek, zaman bir enternasyonel kurup bu ülkelere destek olma zamanı değil midir?
Sorularımı yanıtlarsanız çok memnun olurum,
Saygılarımla. .yekkana - 25.02.2011 - 23:30 emperyalizmin ve kapitalizm emperyalizmin ve kapitalizm artık bu "ilerici" ülkelerde de kazanacak demektesiniz. Yani bilmeyen kaddafinin,bin alinin mübareğin ülkelerindeki işçi sovyetlerinde birer temsilcisi olduğunu ülkelerinde kapitalismin "k"'sının olmadığını sanır.(pardon, devletçiliği siz bir çeşit sosyalizm saymaktasınız ve ilerici görmektesiniz) hüsnü mahalli gibi Esad'ın probaganda aracı,satılık bir kişiliğin deli saçması tespitlerini referans yapmaktasınız.sokaklarda tankların önüne atlayan,keskin nişancılardan,uçaksavar taramalarından,bombalardan korkmadan sokaklara inen insanlar mı kaderci,uysal ... .bahrulcebel - 25.02.2011 - 21:32 çözüm nerede? Sayın Okuyan, Ortadoğu hareketlerinin ne şekilde emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yönlendirildiğini kusursuz şekilde ortaya koymuşsunuz. Tespitlerinize katılıyor, mevcut risklerin var olduğunu görüyorum.
Fakat değinmediğiniz yaşamsal bir nokta var, "emperyalizmin halk hareketlerini kontrol altına almasını nasıl engelleyebiliriz?" sorusuna beni tatmin edecek şekilde cevap verdiğinizi söyleyemem. Bana kalırsa Ortadoğu'daki halk hareketlerine komplo teorilerinin ışığında karşı duruş göstermek yerine, diktatörlere karşı meşru bir mücadele veren kitlelerin emperyalizm tarafından istismar edilmesini engellemeye çalışmalıyız.
TKP'nin kusursuz şekilde açıkladığı gibi "dünyanın tüm firavunları yenilecektir."
Şayet biz yeterince istersek... .Tunca_ - 25.02.2011 - 17:50 Afrika'ya kalkan boş uçaklar 2 Mart 2008 yılında düzenlenen "AKP'yi İstemiyoruz!" mitinginde yaptığınız konuşmada, emperyalistlerin gözlerini Afrika'ya çevirdiğini, Türkiye'yi yeni bölgesel rolüne hazırladığını söylemiş, boş da olsalar kıtaya uçan THY uçaklarından söz etmiştiniz.
Bu bağlamda yaşanan halk ayaklanmalarını "turuncu devrim" veya "şeriatçı isyan" olarak tanımlamaya yönelik girişimleri boşa çıkarmaya çalışırken nasıl bir yol izlemeliyiz?
Devrim ile ayaklanmanın farkını anlatmak mı zor, devrim fikrinin egemenleri ürkütmeye yettiğini gözler önüne sermek mi?
Yanıt için teşekkürler. .AntiEmperyalist - 25.02.2011 - 17:17 Emperyalizm ve BOP Süreci Sayın Okuyan, Kuzey Afrika'da yaşanan son olaylara karşı herkesin atıp tuttuğu bir ortamda güzel bir netleştirme yazısı yazmışsınız. Aşağıdaki cümleniz çok doğru. "Emperyalistlerin ve kapitalizmin hiçbir şey kaybetmediği bir gelişmeden hayır gelmez." Ama aşağıdaki diğer cümleniz de bence tartışmalı "BOP olmadı, şimdi başka bir şeyi deniyorlar" Olmayan BOP neydi ki şimdi olanlar başka bir şeydir ? Adı BOP veya başka bir şey, olanlar "Emperyalizmin bir yerlere çeki düzen verme veya yeni bir şekil verme ihtiyacı değil midir ?" Ve adı ne olursa olsun, bu plan bütün ağırlığıyla kendini bölgemizde hissettirmektedir. Bence asıl vurgulanması gereken ; 1) Emperyalizmin 21. yy daki ihtiyaçları, 2) Emperyalizmin karar süreçleri, 3) Emperyalizme maruz kalan halkların davranış tarzları şeklinde olmalı. O zaman "Neden Mısır" , " Neden Tunus" , "Neden Libya" sorularına sanırım daha kolay cevap verebiliriz.
Selam ve saygılarımla .Faruk - 25.02.2011 - 14:13 deneyim geri plana atılmış yazınızda "bizlerin döneme bakması gerekiyor" diyerek kapitalizmin nasıl bir başarı sağladığını ön plana çıkarmışsınız ama bana göre bunu yaparken Arap halklarının mücadelesini epey geri plana itmişsiniz. Mısır ve Tunus'ta her ne kadar emperyalizm de kazansa arap halkları mücadele ettikleri ve kararlılık gösterdikleri sürece birşeylerin değişebileceğini görmüslerdir, bence bunu ileriki dönemlerde emperyalizm tarafından kurulan hükümetlere karşı da verdikleri tepkilerde göreceğiz. ayrıca şunu da gözden kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum. ayaklanmalarda kızgınlık bu ülkelerin hükümetlerineydi, sokaklarda kahrolsun ABD pankartlarını görmedik yada emperyalizm elini bizden çek gibi şeyler duymadık, ülke emperyalizm tarafından tekrar şekillendirilse bile o halk kazancını hükümetlerini devirmekte görmektedirler... .Seyit_Ali_Reis - 25.02.2011 - 13:35 BOP Olmadı mı? Sayın Kemal OKUYAN,
Her kelimesine katıldığım değerlendirmelerinizin bir yerinde yazmış olduğunuz, "BOP olmadı, şimdi başka bir şeyi deniyorlar." cümlesine olumlu yönde bir eleştiri ve katkı iletmek istiyorum.
Öncelikle BOP bitmemiştir. Yerine de başka bir şey denenmemektedir. Emperyalistler, geliştirdikleri projeleri büyük bir sadakatle ve sabırla, kuşaklar boyu takip ederler.
Yapılan tam da BOP’un ya da asıl ismiyle “Genişletilmiş Ortadoğu ve KUZEY AFRİKA Projesi”nin hayata geçirilmesidir.
Yapılan tam da Condoleezza Rice’ın yıllar önce dile getirdiği “Fas’tan Afganistan’a kadar 22 ülkenin sınırları değişecek.” ifadesinin hayata geçirilmesidir.
ABD’li muhalif iktisatçılardan Antonia Juhasz’ın 2006 yılında Türkçe’ye de çevrilen “Bush’un Ajandası – Dünyanın Ekonomik İstilası” adlı kitabında da belirttiği gibi;
“Bu grup (Neo-Con’lar kastediliyor S.A.R.), ajandayı en büyük gücüne ve en saldırgan uygulamasına George W. Bush’un başkanlığı sırasında ulaştırdı… Ne var ki bu ajandanın kökeni aslında çok öncelere dayanıyor ve taraftarları da hiç şüphesiz ajandanın başkandan daha uzun ömürlü olacağını umuyor.”
İzmirli değerli gazeteci Serkan AKSÜYEK, 27.11.2010 tarihli, “1984’te Ankara’da PKK’nın düğmesine basan adam kimdi?” başlıklı köşe yazısında, araştırmacı-yazar Sait KAYA’nın bir çalışmasını konu etmişti. Bu çalışmada, Neo-Conların askerî-stratejik doktrinler alanında akıl hocaları ve adeta taptıkları bir adam olan Albert J. Wohlstetter’in 1979 tarihinde hazırladığı bir rapordan söz ediliyor. Rapor, emperyalist merkezlerin, projelerini onyıllar boyunca nasıl bir sabır ve kararlılıkla adım adım hayata geçirdiklerinin de bir göstergesi niteliğinde.
Raporu hazırlayan Wohlstetter, yine 1979’da İstanbul’a, 13 Türk, 13 Amerikalı ve 13 Avrupalının katıldığı ve (dikkat buyurun darbeden 1 yıl önce) 12 Eylül darbesinin ve arkasından gelen Özal dönemi politikalarının planlandığı gizli bir toplantıya da başkanlık etmiş. Her taşın altında harıl harıl darbeci arayanlara duyurulur. Avrupalılarla Amerikalıları geçtim ama güçleri yetiyorsa buyursunlar o toplantıdaki 13 Türk kimmiş bir araştırsınlar bakalım.
Sevgi ve saygılarımla. ....
Devrimi biz mi çaldık? 26.02.2011 - 12:59 Yazdır Arkadaşına gönder "Devrimi Çalınan Devrim" ve "Ortadoğu'da Devrim Filan Yok" başlıklı yazılarımda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki gelişmelere değinmiş, "devrim" olarak adlandırılmakta neredeyse küresel bir konsensus yaratmış olan "halk hareketleri"nin neden "devrimci bir dönem"e işaret etmediğini, ABD'nin bu sürece sanıldığından daha hazırlıklı girdiğini, sürecin bir coğrafyanın uluslararası tekeller tarafından yeniden yapılandırılmasına doğru gittiğini anlatmaya çalışmıştım.
Her yazının bir amacı vardır; yazar kendi derdine düşmemiş, yazıyı bir var olma aracına dönüştürmemişse, elbette müdahale etmek için yazar.
Her iki yazıyı da, etrafı kaplayan iyimserliğin kontrolden çıkmaya başlaması, gerçekliğin yalnızca bazı unsurlarına odaklanılarak gerçeklikten uzaklaşılması üzerine hazırlamıştım.
Bütünüyle hak verenler oldu, bu saptamalar için geç bile kalındığını söyleyenler de… Farklı siyasal eğilimlerimiz olmasına karşın, düşüncelerine değer verdiğim bazı dostlarımdan bu sonuçlara ulaşmak için henüz erken olduğu uyarısını aldığım gibi, bütünüyle farklı görüşler de dinledim.
Her fırsatta hakaret edenleri saymıyorum.
Onlarla dünyalarımız farklı…
1989-91 karşı-devrimlerine "devrim" demişlerdi.
Yugoslavya'nın parça parça edilmesine "devrim" demişlerdi.
AKP dönüşümlerine de "devrim" diyorlar.
"Devrim"i tartışacak değiliz onlarla!
Tartışacağımız emperyalizmin, uluslararası tekellerin, gericiliğin, bir bütün olarak sermaye sınıfının nasıl geriletileceği, tarihin bir kez daha hızlı aktığı bir dönemde devrimci olanakların nasıl değerlendirileceğidir.
Bu bağlamda, dünkü yazıma okurlardan gelen eleştiri ve soruları da kısmen yanıtlayarak devam etmek istiyorum.
Tunus'ta başlayan ve Mısır'la devam eden gelişmelerin bir devrimci duruma işaret ettiğini zaten daha önce yazmıştık. Bunu sürekli tekrar etmek gibi bir zorunluluğumuz olmamalı. Nasıl "emekçi halkın iktidarı için devrimci bir örgütlenme gerekir" önermesi, her harfiyle doğru olmasına karşın sürekli tekrarlanmıyorsa, Arap halklarının kalkışmalarının bir devrimci enerji barındırdığını da sürekli tekrarlamak gerekmiyor.
Bu nedenle "devrimi çalınan devrim" demiştim.
Bunu eski Sovyet cumhuriyetlerindeki "renkli devrim"ler için dememiştik örneğin. Orada bir devrimci enerji filan yoktu, düpedüz sentetik "hareketler"di, piyasacı, NATO'cu müdahalelerin önünü açan.
Arap halkları ise yoksulluğa, yolsuzluklara, zorbalara, yasaklara karşı yıllardır biriktirdikleri öfkeyle sokağa çıktı, konvansiyonel yöntemlerle kontrol edilemeyecek bir rüzgar yarattı. Karşılarına aldıkları iktidarların kokuşmuş ve halk düşmanı karakteri bu halk kalkışmasına sarsılmaz bir meşruiyet sağladı.
Bu aşamada, hele hele Mısır'da işçi sınıfı grev ve işgallerle sürece dahil olmuşken, devrimci bir perspektifin "diktatörlere karşı ayaklanma"da belirginleşmesini ummak, bu doğrultuda yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, dünyadaki her devrimcinin göreviydi.
Uyarmak, önlem almak, tehlikelere işaret etmek de…
İşin bu kısmı tamamen bir kenara atıldı.
"Ortada bir devrim yok" dediğimiz için gelişmeleri ve söz gelimi Arapları küçümsediğimizi söyleyenler aslında tam da Avrupa merkezci bir bakış açısıyla, bu coğrafyanın "devrimi"nin ancak bu kadar olacağını ileri sürmüş oldular.
Herkes "devrim" diyor. İsrail basını "Arap devrimi bir fırsat olabilir" diyor, Bayan Clinton, "devrimi koruyun" diyor, uluslararası iletişim kanallarının tamamında "devrim" güzelleniyor.
Bu kadar mutabakat olursa bir gelişmeyi adlandırmada, oturup düşünmek gerektiğini lise yıllarında, siyasi bilinçlenmemizin daha başlarında öğrenmiştik.
Henüz süreç noktalanmadı ama halk ayaklanmalarını peşin peşin "devrim" diye selamlamayı zorlaştıran geliştirmeler yaşandı oysa…
Her şeyden önemlisi, ABD'nin sürece sanıldığı kadar hazırlıksız yakalanmadığı ortaya çıktı. Evet, bir toplum mühendisliği ile halk hareketi yaratmamışlardı ama eski müttefikleri olan gününü doldurmuş diktatörlere karşı başlaması muhtemel bir hareketlenme öncesinde sağlam bağlantılar kurmuş, bazı siyasi hareketlerle temasa geçmiş, kimi güvenilir unsurlara misyon yüklemişlerdi. Bütün bunlar "devrimci bir irade"nin gelişmesini engelleyecek kadar etkili oldu.
Dahası, Amerikan yönetimi, gelişmeleri uzun süredir hesabını yaptığı bir yeniden düzenlemenin genel çerçevesinin içine yerleştirebilecek netliğe sahipti, o bu netlik doğrultusunda girdiler yaparken bunu bozacak bir karşı ağırlık yaratılamadı.
Neydi bu yeniden düzenlemenin yıllardır vurguladığımız ana unsurları? Arap dünyasında Sünniliğin işbirlikçiliği açıkça ortaya çıkan aktörler tarafından temsiline son verme, İslamcı bazı siyasi hareketleri sistem içine entegre etme, İsrail merkezli politikalarla yetinmeme, piyasanın toplumsal tabanını genişletme...
Öbürü sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı gerçekten de…
Hastalığın da kemirdiği itibarsız Hüsnü Mübarek, 50 yıl öncesinin davranış kalıplarına sahip Bin Ali, tavizkar ama ayarsız Kaddafi… Bunlara Suudi ve Ürdün krallıklarını ekleyin… Sürdürülemezdi...
Değişim için kolların sıvandığını, Türkiye, Irak, Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, yeni bir yön tayin edilmeye çalışıldığını herkes biliyor. Soros solcuları bunu bir ilerleme olarak değerlendiriyor, bizse yeni bir emperyalist operasyon...
Son olaylar ABD'nin yol aldığının kanıtıdır. "Araplar Amerika'yı sevmez"di, Kaddafi'yi saymazsak her yerde devrilen ya da devrilmeye çalışılanlar Vaşington'un has adamıydı, velakin onları süpürmeye koyulan süreçte ABD karşıtlığı minimal düzeyde kalmaktaydı!
İnsanların bir an önce diktatörlerinden, zalimlerden kurtulmak istediklerini, bu bağlamda çok somut ve dar bir çerçevede hareket etmek durumunda kaldıklarını söyleyebiliriz elbette. Ama unutulmamalı, bu coğrafyada en somut, en kolay ifade biçimidir "Amerikan karşıtlığı"…
Bu makul düzeylerde kaldıysa eğer, ABD'nin yıllardır İslami siyasi hareketlerin ıslahı için yürüttüğü faaliyetlerin boşa gitmediği söylenebilir.
Dileyen, Tunus ve Mısır'ın ardından Libya sayfasının açılmasını tek başına "devrimci dalganın yayılması" olarak görebilir. Oysa buraya ABD'nin ve sonrasında Avrupalı dostlarının eli değmiştir. Emperyalistler elbette her şeye muktedir değildir ama onu yenmek, onu geriletmek için, onun varlığını önemsemek, en önemlisi uyanık olmak gerekir.
Tunus ve Mısır'da "tarihsel bir değişim", Libya'da "emperyalist müdahale" saptamaları da bu nedenle bana fazlasıyla mekanik geliyor. Örnek olsun, Chavez'in bir anda "dış müdahale"den söz etmeye başlaması, Kaddafi'ye sahip çıkması sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Sürecin bir bütünlüğü var, Mısır'da olanlarla Libya'da olanlar birbirinden koparılamaz, ayrıca Kaddafi'nin diğerlerinden farkı kesinlikle abartılamaz. (Bu arada yorumu yayınlanan bir okurumuz, artık bende bıkkınlık yaratan bir üslupla Kaddafi'ye, Mübarek'e "ilerici" dediğimi ileri sürmüş. Yazık… Sola bu yöntemleri bulaştırdılar bir biçimde…)
Peki mesele yalnızca emperyalistlerin süreci kontrol etme yeteneğinin hızla artması mı?
Bir devrimden söz etmemizi sağlayacak "iktidarın sınıf temelli el değiştirmesi" ne olacak? Buradan kastedilen emekçi kitlelerin "el koyuyorum ha" dediği bir moment değildir, burada kastedilen, öznel olarak olmasa bile, nesnel olarak iktidarın sınıf karakterini değiştirecek bir iradenin kendini hissettirmesidir.
Bu soruya yanıt Kahire'de aranmalıdır.
Çünkü kim ne derse desin, bütün bu gelişmelerin kritik ülkesi ne Bahreyn, ne Yemen, ne Tunus, ne Libya'dır; ekseni belirleyecek olan Mısır'dır.
Mısır'da ne olmaktadır?
Mısır'da eski devlet aygıtı olduğu gibi durmakta ve bir yumuşak geçiş için önlem almaktadır.
Kontrol Amerikancı ordudadır.
Cumhurbaşkanlığı için en önemli iki aday Mübarek döneminden gelmekte ve ABD yönetimine yakınlıklarını gizlememektedir.
Müslüman Kardeşler, Özgürlük ve Adalet Partisi adıyla partileşmekte, diğer İslamcı hareketler ve liberal örgütlenmeler de sıraya girmektedir.
Mısırlı kapitalistler ve uluslararası tekeller, halk kalkışmasının yarattığı depremin yaralarını sarmak, kapanan borsanın değer kaybını telafi etmek için derhal kolları sıvamış, ülkenin geleceğine ilişkin "tasarım" faaliyetlerine ağırlık koymuşlardır.
Bu bir "devrim" olabilir mi?
İşçi sendiklarının hareketlenmesi, göstericilerin kurulan geçiş hükümetindeki bazı bakanları istifaya davet etmesi, evet bütün bunlar da var.
Ama bir devrim için bunlar yetmiyor.
Denecek ki, bu bir süreç, kimin kazanacağı belli olmaz. Ben gidişata işaret ediyor ve olup bitenlere kestirme yoldan "devrim" diyenlere itiraz ediyorum.
Bir bölümünün devrimden anladığı tam da budur: 21. yüzyılda emperyalizme, kapitalizme ilericilik yakıştırırlar.
Bense liberaller, dönekler için değil aşırı iyimserler için yazıyorum; temelsiz olunca iyimserliğin kötürümleştirdiğini bilerek… | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: BU BİR SAVAŞTIR... Paz Şub. 27, 2011 8:25 pm | |
| Nusret Kebapci 27 Şubat, 13:20
BU BİR SAVAŞTIR...
Ülkemizde yaşananlara hala boş gözlerle bakıp eğer haklılarsa kazanırlar falan gibi laflar edenlere çok açıkça söylüyorum... Böyle bir şey yok. Olamaz da. Bu gün ülkemizde yaşananları tek kelimeyle adlandırmak gerekseydi sanıyorum bu koşullara uygun sadece bir tane kelime bulunabilirdi. O da savaş. Bu yargılamaların sonucunda adaletin gerçekleşebileceğine inanmak demek... Aslında ABD ilk olarak Irak'ta kitlesel imha silahları olduğunu iddia ettiği zaman gelip arasınlar demekle neredeyse eşdeğer konumdadır. Bunu şunun için söylüyorum geçtiğimiz günlerde Guardian gazetesine açıklama yapan bir Iraklı Kimya mühendisi diyor ki : "Irak'ta Kitlesel imha silahları bulunduğunu ben söyledim." "Benim sözüm üzerine ABD Irak'ı işgal etti." Elbette bu bilgi doğru mudur? Yanlış mıdır? Bu gün için çok fazla bir önemi yok. Ama bilinen bir gerçek var, o da ABD'nin Irak'ı işgal ettiği ve bu güne kadar iki milyon insanın öldürülüp en az bir o kadarının da yaralanıp sakat kaldığı ve tecavüze uğradığı. Mühendisin açıklaması bu kadarla sınırlı değil devamı da var. Diyor ki : "Ben ve oğullarım Irak'a bir parça da olsa demokrasi gelmesinden onur duyuyoruz." Aslında tam da üstüne basmış Onursuzluktan onur duymak... Neyse ki bu özellik sadece bizdeki bazı yazarlara özgü değilmiş. Bunların benzerlerinden dışarıda da varmış... Yani demem o ki... Irak'a nasıl bir demokrasi geldiğini bugün hepimiz biliyoruz. Kendi kaynakları üzerinde kontrol hakkını yitirmiş... Petrolunu çok uluslu şirketlere teslim etmiş... Kendi içinde de etnik ve dinsel çatışmalara girip, üçe bölünerek tamamen emperyalizmin denetimine girmiş bir ülke... İşte son dört yıldır ülkemizde yaşananlar önemli ölçüde bu konuyla benzerlik göstermektedir. Hem zaten başta da belirttiğim gibi, bu bir savaştır ve bu günkü savaş aslına bakarsanız... Ülkemizi tamamen küresel sermayenin bir parçası yapmak isteyenlerle... Buna karşılık ulus devletini, üniter yapısını korumak isteyenler arasındadır. Zaten biraz dikkatle baktığınızda olay daha net görünecektir Ulus devlet ve üniter yapı savunucularını Ergenekon ve benzeri yaftalarla suçlayanların Açık söylüyorum Ulus çıkarlarını göz önünde bulunadurmak gibi hiçbir düşünceleri yoktur. Onlar tamamen beslendikleri efendi emperyalizmin ülkedeki çıkarlarını en iyi şekilde savunmakta ve bekçilik yapmaktadırlar. Aslında bu tür olayları ekonomik ve siyasi gelişmeleri dikkate almadan yorumlamak hiçbir zaman doğru sonuca götürmez onun için olayları dikkatle izlemek gerekmektedir. Onun için söylüyorum bu günkü olaylar adı her ne olursa olsun, üniter yapı ve ulus devlet yanlılarının tasfiye edilmesidir. Onlar ortadan kaldırılmalıdır ki seçimlerin akabinde kusursuz bir anayasa hazırlanabilsin Zaten bundan sonra da geriye tek bir şey kalıyor. Federasyon O da tamamlanırsa... Bilmem anlatabildim mi?
17-02-2011 Nusret KEBAPÇI
| |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Şub. 27, 2011 8:42 pm | |
| Çok güzel bir tesbitte bulunmuş Nusret Bey; bu süreçten adalet çıkacağını beklemek, Amerika'nın Irak saldırısının haklı olduğunu görmekle eş.
Meseleyi doğru ele almak gerek, Üstad'ın ifadesiyle, misali tersten almamak.
Dava, emperyalizme karşı olma, onun saldırısnı, saldırdığı yerde durdurmakla alakalı. Saldırı adım adım ilerleyecek zira. "Asıl"a doğru adım adım... Her adımda da karşısında bir cephe oluşmasını engellemek maksadıyla, sahte kutuplaşmaları kışkırtacaklar. Gerçek niyeti gizleyen, sahte hesap sormalar, sahte niyetler. Bize hoş gelebilecek niyetler. Bizden gözükecek niyetler...
Irak'a saldırırken, Saddam'ın zalimliğini ön plana çıkardılar. Ama mesele Saddam'ın zalimliği değil, emperyalizme karşı koymak, saldırıyı geldiği yerde karşılamkatı ki Saddam'a, geçmiş bütün günahlarına, cinayetlerine, oğullarının işlediği fiillere rağmen sahip çıkmadık mı? Halka, casus olduğumuz propagandası yapılmadı mı? halk o gün için anladı mı Saddam'a niçin sahip çıktığımız? Bu gün bile doğru dürüst anlamış değiller ki. Ama o gün orada ortaya konulan doğru tavır, kınayıcıların kınamalarına bakmadan atılan adımlar, işte Beyazıt gösterisi vs derken, Türkiye'nin savaşa girmesine mani olundu, emperyal saldırıda işbirlikçilik zilleti reddedildi.
Dışarıdan gelen saldırılara karşı işbirlikçiliği, teslimiyeti reddetmek gerek. Reddediyoruz demekle olmaz, hadiseler plannda "doğru" tavırla ispat edilir reddediş. O reddediş içinde, zihni seviye vardır, anlayış vardır, aksiyon vardır. | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Şub. 27, 2011 8:58 pm | |
| Kebapçı, ulus devlet, üniter yapı seviyesinde ele almış ama, yanlış yere siper kazmış. Olsun, yine de teslimiyeti ve işbirlikçiliği red noktasında doğru bir irade işe başlamak için kafi. | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Perş. Mart 03, 2011 9:26 am | |
| Ahlâklı teklif
Doğu Perinçek
O kışın soğuğunda Tekel işçisine, buzlu suya buyrun diye teklif eden var mıydı? Ertuğrul Özkök'e, "Lütfen Ergenekon şemasında bir yer beğenin" diye Şenkal Atasagun beyden bir teklif gelmiş miydi? Türkiye'de 5 milyon 804 bin iş arayan yurttaşımıza, işsiz kalmalarını teklif edecek kadar örgütlü bir devlet teşkilatımız var mı? Dünyanın en ahlâklı teklifini hepinize bu köşeden yapıyorum.
Yeni bir durum var
Kadınlar ayağa kalktıysa, yeni bir durum var demektir.
Ertuğrul Özkök dostumuz da yazmış: "Aydınlık günlük oldu, yeni bir durum var." (Hürriyet, 24 Şubat 2011)
Güzel özetlemiş: "Saflar belli oluyor, isyan ruhu kabarıyor, korku duvarı yıkılıyor."
Bu duruma rağmen, Ertuğrul Özkök'e "Aydınlık'ta yaz" diye teklif eden olmamış.
Hayatın teklifleri
Bize teklif eden mi oldu?
O kışın soğuğunda Gençlik Parkı denizine giren Tekel işçisine, "Buzlu suya buyrun" diye teklif eden var mıydı?
Ertuğrul Özkök'e, "Lütfen Ergenekon şemasında bir yer beğenin" diye Şenkal Atasagun Bey'den bir teklif geldi mi?
Türkiye'de 5 milyon 804 bin iş arayan yurttaşımıza, işsiz kalmalarını teklif edecek kadar örgütlü bir devlet teşkilatımız var mı?
Onlara artık sorma şansımız yok. Acaba sevgili eşleri "Karıcığını şimdi seni kör testereyle doğrayabilir miyim?" diye bir teklifte bulunmuşlar mıydı?
Mübarek teklif
Bir de karşı cepheye soralım: "Ya Mübarek, Mısır halkından size son teklif nedir?"
Araştırdım, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'e şu sıra hiçbir teklif yokmuş. Buna rağmen kulaklarının kirişte olduğunu güvenilir kaynaklar bildiriyor.
Tekel işçisini buzlu sulara atanlara, 300 bin öğretmenin yüzüne okul kapısını kapatanlara, en önemlisi Cumhuriyeti yıkanlara şu anda bir teklif olmaması tuhaf değil mi?
Herodot Baba yazıyor
Aşırıya kaçacak ama bir tarih gerçeğini yazmadan edemiyorum: İsyanlar da devrimler de teklifle gelmiyor.
Devrimciler varoşlardan inmeden önce, herkes onlara "marjinal" dermiş. Gelince de "Aaa meğerse marjinal olan bizmişiz" diye hayrete düşenler olmuş. Herodot Baba öyle yazıyor. Guizot, Thierry ve Mignet gibi Fransız İhtilali'nin teorisini yapan liberal tarihçileri bir okuyun. Koca Marks da onlardan öğrenmiş.
Zurnada peşrev, isyanda teklif olmaz
Zurnada peşrev, isyanda teklif olmaz. Hayat, size isyanı teklif eder.
Ertuğrul, bizi kıskanmasın, onun da kapısını çalan bir teklifçi olacaktır.
Haftalık Aydınlık'ın son sayısında "Diktatör müsveddeleri"nden söz ederken, esin kaynağım oydu. Bakıyorum Ahmet Hakan'dan sonra Nuray Mert, Yavuz Semerci ve Can Dündar'a kadar herkes hop diye korku duvarının üzerinden atladı. Artık Ertuğrul Özkök'e ve öncelikle o vicdanlı eşine, bu kahpe düzene isyan teklifinin zamanı gelmiş olmalı. Pencerelerinden içeri kızıl bir gül atıyorum. İsyan gülü!
Kamuya teklif
Ertuğrul Özkök bahane, ben buradan Türkiye halkına Cumhuriyet yıkıcılarını yıkmayı alenen teklif ediyorum. Sırf yıkmak değil, asıl yeniden kurmak için.
Kırk yıl önce Şule'ye teklifte bulunduğum andan daha heyecanlıyım; çünkü söz konusu olan kamudur. Ancak bu sefer kendime çok güveniyorum. Teklifimin kabul göreceğini biliyorum.
Bahisçilerin ve borsacıların cümlesine teklifim şudur: Bütün varlıklarını devrime yatırsınlar.
Dünyanın en ahlaklı teklifi budur!
Aydınlık – 2 Mart 2011
| |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: DİRENİŞ MEŞRUDUR Paz Mart 06, 2011 11:16 am | |
| Meşruiyet Krizi Bülent ESİNOĞLU Dünyada henüz devlet fikri yok iken, şiddetin denetime alınmadığı günlerde, eline silah alan şiddet uygulardı. Kim daha baskın olursa, o iktidar olurdu. İnsanlık baktı ki, bu iş böyle gitmiyor. Şiddeti tüm halkın rızası ile bir kuruma verelim dendi. Tahakküm ve eşitsizlik için bir rıza gösterelim dendi. Şiddeti uygulamaya herkes değil, tek bir kurum, devlet sahip olsun denildi. Egemen sınıf ve sınıflarda böyle oluştu. Tahakküm ve eşitsizlik için “rıza” halkın devlete ve egemen sınıfa verdiği bir yetki oldu. Yıllar ilerledikçe, iktidarın uygulayacağı “tahakküm ve eşitsizliğin sırları belirlendi. Modern devlet de böylece ortaya çıkmış oldu. Ortaçağda, erken kalkanın kullandığı şiddet de, böylece denetim altına alınmış oldu. Modern devlette, egemenliği elinde bulunduranların, diğer sınıflara uyguladığı “tahakküm ve eşitsizlik” bu rıza çerçevesinde olur. Devlet bu rıza ilkesini, kendisine verilen sınırlar içinde kullanıldığı ölçüde uygarlaşır ve çevresini uygarlaştırır. Gelelim günümüze, AKP devleti yönetirken, tahakküm ve eşitsizliğin uygulanmasında ki evrensel “rıza” ilkesini çiğnemektedir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ile garanti altına alınmış olan, “genel rıza”, yargının yetkilerinin gasp edilmesi ile ortadan kalkmıştır. Sadece ben mahkûm ederim, sadece ben asarım, sadece ben yıkarım denilmektedir. Gözaltına almaların, tutuklamaların keyfileşmesi, iktidarda kalmak için toplumda var olan mutabakatları ortadan kaldırması, iktidarın meşruiyetini ortadan kaldırmıştır. Zaten yarım yamalak meşruiyet ile ayakta duran AKP, şiddet kullanarak o meşruiyetini de kaybetmiştir. Yarım yamalak demem şundandır; Seçimi başlı başına meşruiyet kaynağı olarak saysak bile, oy kullanmayanları da çıkardığımızda, ülke halkının sadece %30’unu temsil etmektedir. Dolayısı ile seçimden aldığı meşruiyet de yeterli değildir. Türk halkı şimdi meşruiyet krizi yaşamaktadır. Gayrimeşru bir iktidara karşı direnmek de haktır. 4.3.2011, bulentesinoglu@gmail.com | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Mart 06, 2011 6:56 pm | |
| FİKRİMCE Prof. Dr. EMİN GÜRSES emingurses@aydinlikgazete.comBüyük Ortadoğu'da toplumsal hareketler 1990 yılı başlarıydı. Güney Afrika'da yoksul zenciler ayaklanmış, Mandela'nın hapisten çıkıp kendilerini kurtaracağı günün hesabını yapıyorlardı. Batı'daki birçok sosyalist örgüt ise Güney Afrika'da devrimi bekliyordu. Batılı şirketlerin zengin doğal kaynaklar üzerine oturduğu bir ülkeydi Güney Afrika. Kapitalist emperyalizmin bir kenarda durup beklemeyeceğini bir türlü anlatamıyorduk. Batılı gelişmiş ülkelerde bir uluslararası insan hakları kampanyası başlatıldı Mandela'nın hapisten tahliyesi için. Mandela tahliye edildi. Irkçı yönetim, hükümetin siyahlara devrine yardımcı oldu. Mandela'nın yönetiminde yeni Güney Afrika, batılı sisteme entegre edildi. Sistem değişmedi. Beyaz zengin azınlık zenginlikleri elinde bulundurmaya devam etti. Yoksul zencilerin yoksulluklarında bir değişiklik olmadı. Şimdi Geniş Orta Doğu coğrafyası karıştı. ABD ve İngiltere gibi müttefikleri, bu coğrafyadaki geleneksel liderlerle istikrarlı bir kontrol mekanizmasını sürdüremeyeceklerini gördü. Yoksulluk arttıkça toplumsal radikalleşme arttı. Toplumsal radikalleşmelerin, devrimlerin önünü açma riski ortaya çıktı batı açısından. Washington ve Londra, İran'daki devrimi ve emperyalizmin buradan tasfiye edilme sürecini unutmadı. İran'da liderlik mevcuttu. Mısır'daki toplumsal hareket liderlikten yoksun. Ortada bir öncü parti de yok. Libya'da da benzer bir durum mevcut. Yaklaşık 36 milyar varillik petrol rezervi, günlük yaklaşık 1.5 milyon varillik bir üretim özellikle Avrupa kapitalizmi için önemli. ABD ve İngiltere, İran benzeri bir yapılanmaya yol açabilecek gelişmelerin önünü işin başından kesmeye çalışıyor. Akdeniz'e savaş gemilerini gönderiyor. 1987 yılında İran-Irak savaşı sürerken, körfez bölgesinden petrol taşınması riske girebilir düşüncesiyle ABD öncülüğündeki bazı NATO ülkeleri 75 savaş gemisini Körfez bölgesine göndermişlerdi. Bu, 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana yapılan en kapsamlı deniz operasyonuydu. Kapitalist emperyalizmi hayat damarlarını tıkayacak gelişmelere karşı tedbir alıyordu. ABD ve İngiltere gibi müttefiklerin İran'da işleri zor. Tahran yönetimi için Ankara bile devreye sokuldu. Tahran'ın ABD'ye karşı daha tavizkâr davranmasını ve olası İsrail saldırısının ancak bu şekilde durdurulabileceğini telkin ediyorlar. Mısır ve Libya gibi ülkelerde ise devrimci bir gelişmeden ziyade var olan yönetimleri devirmekle meşgul toplumsal hareketlerin kendilerine bir zarar vermeyeceğinin farkındalar. Fakat bu gelişmelerin toplumları dönüştürme potansiyeli taşıdığı ise unutulmamalıdır. | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Mart 13, 2011 12:35 pm | |
| Küresel Çetenin Gardiyanları Bülent ESİNOĞLU Eskiden çete ve şaki deyince, kervanları ve konakları basan silahlı kişiler anlaşılırdı. Diğer taraftan da, toprak ağasının köylünün mahsulüne el koyması için kullandığı “zor gücü” idi. Çetelik ve şakiliği iyi anlamak, bu günün mafyasının tarihi arka planını kavramak bakımından önemlidir. Çünkü zaman ilerleyip, ağaların adı sermayedar, ya da kapitalist olunca aslında ağalık düzeni başka ad ve araçlar ile devam etti. Kapitalistler, mevcut kanunlar çerçevesinde alamadığını almak için kanun dışı güçler oluşturdu. Eskiden çetelerin kullandığı yöntemleri kullanmayan, ancak çetelerin işlevini üslenen mafyalar oluştu. Özetlersek, mafya adı kapitalizm ile birlikte anılır oldu. Mafya kapitalizmin bir kurumu, bir parçası oldu. Modern ulus devletler oluşunca, sermaye sahiplerini kollayan kanunlar oldu. O kanunların kollayıcısı kolluk kuvvetleri ve silahlı zor güçleri oluştu. Halkalar “eşitsizlikte” bir uzlaşmaya varmış oldu. Kolluk kuvvetleri, bu eşitsizliklerin dengesini kollayan güç halini aldı. Dünya ölçeğinde düşünürsek, Avrupa ve Amerikan sermayesinin mafyası ABD ve Avrupa’nın gizli servisleri oldu. Küresel çete(mafya) ulusların ürettiklerine el koyabilmesi için ulus devletin yöneticilerini ele geçirmesi zorunluluğu çıktı. Aksi takdirde, kendi sermaye tekelleri ile ulus devlet içindeki işbirlikçileri bir araya getirmede zorluklar çıkıyordu. Ulus devletin yöneticilerinin ele geçirilmesi, ulus devletin mahsulüne el konulması sürecinde kullanılan tüm araçlar, gayri meşru araçlardı. Zaten mafya meşru yolları kullansa ona mafya denmezdi. Küresel mafya, gayri meşru yolları kullanabilmesi için, büyük bir haber alma sistemi, mafyası kurdu. CIA, tekelci sermayenin gayri meşru çıkarlarını takip edip, onun için haber toplayan, operasyon yapan, cinayet işleyen bir örgüt oldu. CIA tekelci sermayenin mafyasıdır. CIA (mafya), ulus devlet içinde, işlerini yürütebilmesi için ulus devlet içindeki “zor güçleri “ ile işbirliği yapması gerekti. Gladyo dediğimiz mafya kuruluşu bu maksatla oluşturuldu. CIA’nın (mafya) ulus devlet içinde haber toplayıp, unu tekellerin hizmetine sunması için “nefes alır gibi casusluk” yapması gerekti. Operasyonlar, fitne organizasyonları, sahte belge üretimi gibi araçların tamamını kullandı. Ülkesini savunan asker, politikacı, yazar, gazeteci bilim insanı için operasyonlar yapma zorunluluğu ile hep karşı karşıya kaldı. Anlatmaya çalıştığım bu yasa dışı kuruluş ,( tekelci sermaye için yasal) Türkiye’de faaliyet gösterebilmesi için hareketli ve yerleşik düzenler oluşturdu. İstanbul’da elli katlı bir binaya yerleşti. (Aydınlık Gazetesi) Mafyatik( yasal olmayan) işlerini buradan yürütüyor. Elli katlı bir binada, asgari bin ile iki bin kişi çalışır. Aslında Türkiye’de yürüttükleri “ iktidarı elde tutma” işini düşünürsek, bu miktardaki insan kaynağı yetmeyebilir. Ama Batı için “etki ajanlarını” buna katarsanız, halkımızı yönlendirme çalışması için yeterli diyebiliriz. Sermayenin özgürlüğüne tabi kılacak yönde, kültürel, sosyal faaliyetlere zemin yaratmak, o kadar da kolay bir iş olmasa gerek. Mafyanın yapıp ettiklerini “ileri demokrasi” diye takdim edilmesi, halkın kendi istedikleri yönde, yönlendirilmesi çok zor bir iş olsa gerek. Seçime, gene bu mafyanın belirlediği koşullarda gidiyoruz. Eşit rekabet koşullarının olmadığı, bir tarafta mafya öte tarafta Silivri’de yatan yurtseverlerin yarıştığı bir seçim daha yaşayacağız. Bu anlattıklarım kader değildir. Halk bu girdabın içinden bir devrimle çıkabilir. Tıpkı Kurtuluş Savaşında olduğu gibi. 13.3.2011, bulentesinoglu@gmail.com | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Mart 13, 2011 8:40 pm | |
| ‘Avrupa Avrupalılarındır’ ya da Yeni Kapitalizm
Erol Manisalı 7 Mart 2011 1990 sonrasında Avrupa’nın İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ağır toplarında ulusalcı politikalar öne çıkmaya başladı.
- Almanya’da Hıristiyan Demokratlar ve liberaller ilerleme yaptı. Ekonomide küresel, ekonomi dışı öğelerde ulusal bakıyorlar.
- Fransa ve İngiltere biraz gecikme ile ulusal politikalara yöneldi. Sağ ve liberaller,“ulusalcı çizgiye kaydılar”.
“Avrupa kimliği” biraz içine kapanarak, sağ, muhafazakâr ve liberal kanatlara yöneldi; bir anlamda, “Avrupa Avrupalılarındır” politikaları ve uygulamaları AB için çekici olmaya başladı.
Türkiye’deki “liberaller” ile Avrupa’dakileri karıştırmamak gerekir.Türkiye’de liberallik ulusal politikalara karşıdır. Ancak, İngiltere başta olmak üzere Avrupa liberalliği “ulusal ve kapitalisttir”.
Avrupa kapitalizmi 19. yüzyıldan beri Avrupa’daki ulus devlet oluşumlarına destek olmuş ve kılcal damarlarıyla onu beslemiştir.
Avrupa’da eksen kayması mı?
İngiliz Başbakanı Cameron’un 2011’de Türkiye’de belirttiği gibi, “kendine dönme, koruma, kültürel kapanma gibi öğeleri de beraberinde getirmeye başladı”. 21. yüzyıl Avrupa’da “yeni kapitalizmin” ortaya çıkışına yol açtı.
Bir yandan Avrupa Birliği kendi içinde bütünleşirken öte yandan Merkel’in, Sarkozy’nin ve Cameron’un kendine dönme, ulusal politika izleme uygulamalarını görmeye başladık. Avrupa büyüklerinde 1990 sonrasında bir “eksen kayması” oluşuyor.
Almanya, Fransa ve İngiltere dil ve kültür konusunda artık daha ulusal bir çizgideler. Avrupa’ya yeni göç istemiyorlar. Bunun yerine gidip fabrikalarını Çin’de, Hindistan’da,Türkiye’de kuruyorlar. Aslan payı yine kendilerine kalıyor.
Türkiye ve benzerlerinde solun misyonu
Türkiye’de ise ulusal politikalara daha çok solun sahip çıktığını görürüz. Avrupa’da sağ ve liberaller ulusal politikalara yönelirken Türkiye ve benzerlerinde neden daha çok sol, ulusal politikalara sahip çıkıyor?
Çünkü Türkiye ve benzerleri ile Avrupa’nın ulusallık anlayışları farklı. İngiltere, Fransa ya da Almanya için ulusallığın içeriğinde şunlar bulunur;
- Kendi kültürel ve iktisadi küresel üstünlüğünü koruma ve geliştirme.
- Kendi penceresinden, “dışarıdan gelecek olumsuzlukları engelleme”. Nüfus göçünden stratejik sektörlerinin desteklenmesine kadar geniş bir alanı koruma.
Buna karşılık Türkiye ya da bir Latin Amerika ülkesinde ulusallık; ezilmeme, sömürülmeme, kendi kültürel kimliğini sürdürme öğelerini içerir. Dış ilişkilerde denge arayışı vardır.
Avrupa’da kapitalizmin ulusallığı etken ve egemen; Türkiye ve benzerlerinin ulusallığı ise edilgen bir içerik taşır. İşte sol burada devreye girer; tanım gereği, azgelişmiş ülkelerde sol, emperyalist oluşumlara karşıdır.
İslam ülkelerinde solun sürekli budanması ve yaşamasına izin verilmemesi sonucu dinci örgütlenmeler çok defa, emperyalizme karşı solun işlevini farklı bir biçimde yerine getirmeye çalışır. İran,Filistin (Hamas) ve Mısır olaylarında olduğu gibi.
Müslüman Kardeşler’in Mübarek döneminde baskı altında tutulmasının nedeni buydu. Sorun onun dinciliği değil, antiemperyalist kimliği idi.
Şubat 2011’de Cameron ve Sarkozy’nin Ankara ziyaretlerinde yaptıkları açıklamalar, Avrupa büyüklerinin 1990 sonrası daha da belirginleşen politikalarını ortaya çıkarıyor.
Dünya küreselleşirken Avrupa’nın büyük ülkeleri “yeni ulusalcılığı” ortaya koyuyorlar. 1990 sonrasında Avrupa’daki yeni ulusalcılık, yeni faşizmin kimi özelliklerini gösteriyor. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi Avrupa’nın (kapitalizmin) ulusalcılığı ile sömürülen azgelişmiş dünyanın ulusalcılığı farklı ve asimetrik özelliktedirler. “Biri egemenliğini sürdürmek, diğeri çıkar ilişkilerinde dengeyi sağlamak anlamını taşır”.
Emre Kongar’ın 26 Şubat 2011 tarihli köşesinde Robert O. Paxton’un “The Anatomy of Fascism” adlı kitabından aktardığı Avrupa’daki yeni faşizm öğeleri, 1990 sonrasının “yeni kapitalizmi” ile ilgilidir.
“Yeni Küresel Kapitalizm”, yeni faşizmi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Sistem içinde, “sistemden daha fazla yararlananlar ile, daha az yararlananlar veya zarar görenler arasında çıkar çatışmaları ortaya çıkıyor”. R.O. Paxton’un kitabında belirttikleri sistemden daha fazla yararlananların, “bunu ancak yeni faşizm (neo fascism) sayesinde sağlayabilmelerinin sonucu” ortaya çıkan bir durumdur.
Ancak bu durum uzun vadede, sistemden daha fazla yararlananları da krize sokabiliyor; aynen 2008’de ABD’de başlayan dünya ekonomik bunalımında görüldüğü gibi.
Hele araya son Libya örneğinde olduğu gibi, “yeni işgal ve egemenlik öğeleri de eklenince” yeni faşizm yalnız “dışardakilere” değil, yarattığı istikrarsızlık ile, “içerdekilere” de zarar vermeye başlıyor. | |
| | | AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: Geri: DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ Paz Mart 13, 2011 8:45 pm | |
| Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları
Erol Manisalı 28 Şubat 2011 2011 yılının başında ortaya çıkan ve kızgın lavlar gibi önündeki diktatörleri ezip geçmeye başlayan halk hareketlerinin sebepleri nelerdir?
- Bir yandan iyice çürümüş ve faşist baskı yöntemleri ile sürdürülen bozuk düzene karşı “iç dinamikler” söz konusu;
- Öte yandan bu iç dinamiklerin bir kısmını kullanarak “kendi bölgesel” hedeflerine ulaşmak isteyen dış dinamikler, yani küresel güçler söz konusu.
Bu iç ve dış faktörler işbirliğine gidince zaten kokuşmuş olan baskı düzeni parçalanmaya başlıyor.
Taktik ve stratejik hedefler, “halkların özlemleri kullanılarak gerçekleştiriliyorlar”.
- Kimi zaman emperyalist hesaplar,
- Bazen demokrasi özlemleri ve halkın uygarca yaşama isteği,
- Ve de dini altyapının siyasal İslamı öne çıkaran talepleri.
Bunlar sanki, aynı hedefe yönelik ortak taleplermiş gibi “aynı kulvarda koşturuluyorlar”. Bir zaman sonra atletizmdeki tavşan (sahte koşucu) benzeri, yolun yarısında koşuyu terk ediyor.
İç dinamikler
1) Arap ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğu sadece fakir değil, kölelik düzeni içinde yaşıyor,
- Sosyal devletin adının bile anılmadığı, olağanüstü bozuk bir bölüşüm yapısı,
- Toplumsal örgütlenmeler yasak olduğu için gücünü kullanamayan insan yığınları, köle konumundaki kalabalıklar; kadının aşağılandığı çarpık bir düzen.
2) Ya elit ve aydının isyanı? Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Cezayir’de, Ürdün’de, S. Arabistan’da aydın, Avrupa’yı görüyor ve biliyor. Doktor, mühendis, öğretmen, avukat, gazeteci Avrupalı aydın gibi yaşamak istiyor.
İçinde yaşadığı toplumdaki ilkelliği, geriliği, faşist ve antidemokratik yapıyı görüyor. Ve buna karşı başkaldırıyor.
- Demokrasi ve insan hakları boyutu ile
- Çağdaş yaşam ölçütleri boyutu ile değişmek istiyor.
3) Dini (İslami) kesimin de başkaldırısı var. Onların nedenleri biraz farklı;
- Askeri diktatörlere,
- Karşı mezhepten baskılara,
- Yönetime yerleşen aile monarşisine başkaldırıp “dini bir toplumsal yapı kurmak istiyorlar”. Önceki iki grubun aksine, “Avrupa’ya benzemek yerine İslami bir yaşam tarzı ve düzeni talep ediyorlar”.
Arap ülkelerinde uygar ve demokratik toplumsal örgütlenmeler yasaklandığı için, onun yerini dini örgütlenmeler almış. Bu ülkelerde “siyasal İslam”, en örgütlü grubu (tarafı) meydana getiriyor. “Müslüman Kardeşler”, bunun en belirgin örneğidir.
Dini referans alan İslami cemaat, tarikat ve aşiret benzeri örgütlenmeler, Arap ülkelerinde çok yaygın olarak geçerliliklerini sürdürüyor.
Bu çelişkili durum, çelişkili bazı sonuçlar da yaratıyor; Mısır’da Müslüman Kardeşler Mübarek’e karşı çıktı; buna karşılık Libya’da Kaddafi yaptığı televizyon konuşmasında, “Beni dinciler ve ABD indirmek istiyor” dedi.
ABD ve AB’nin tercihi
Ortadoğu’nun uzun zamandan beri hâkimi Avrupa büyükleri ve ABD doğal olarak, kendi çıkarlarını karşılayacak “bölgesel iç dinamikler arasında tercih yapıyor”.
İslami çevrelerle, askerlerle, monarşilerle, iş çevreleri ve elit ile yakın temasları var. “İstediklerini hangisi daha iyi karşılarsa”, ona destek veriyorlar. “Esas olan bizim kendi çıkaramızdır” diye bakıyorlar.
Demokrasiyi desteklemek petrol ya da doğalgaz çıkarlarına ters düşüyorsa, “asker, kral ya da dinci bir grubun antidemokratik olarak iktidara oturması onlar için hiç önemli değildir.”
Ayaklanmalar sonucu Arap ülkelerinin sınırlarının değiştirilerek küçültülmeleri, son dönemin önemli önceliğini oluşturuyor. Şimdilik Irak ve Sudan’da bölünmeler gerçekleşme yolunda. Yemen, onları izleyecek gibi görünüyor.
Balkanlar’da 1990 sonrası yaşanan bölünmeler 2011 başından itibaren Arap dünyasına taşınmış görünüyor. Arap ülkelerindeki fırtına, Türki ve Farsi bölgelere de yayılmak isteniyor.
Bu durum gerçekleşmeye başlarsa bölgemiz, uzun sürecek bir istikrarsızlık dönemine sokulmuş olacaktır.
Mevcut verilere göre bu olasılık, yüzde elinin üzerinde bulunuyor. | |
| | | | DEVRİM VE SAVAŞ SÜRECİ | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|