5 AYDIR FAZLADAN YATIYORUM
Şu an itibarıyla 12 ayı aşkın bir süredir cezaevindeyim ve 18 ayı, son 10 yılda olmak üzere gazetecilik faaliyetlerimden dolayı son 20 yılda toplam 22 ay cezaevlerinde yattım.
Hakkımda son 10 yılda açılan dava sayısı ise 40’a yaklaştı, almış olduğum veya hakkımda istenen cezaların toplamı yüzlerce yılı buluyor. Yaklaşık olarak aralıksız 22 yıldır basın camiasındayım. Muhabirlikten, temsilciliğe, köşe yazarlığından, haber müdürlüğü ve sorumlu yazı işleri müdürlüğüne kadar bu mesleğin her safhasında toz yuttum diyebilirim. Cezaevine girmeden önce, en son çalıştığım medya kuruluş ise Türkiye’nin birkaç yabancı dilde yayın yapan haber sitesi Timetürk’tü ve orada tercüman ve yazar olarak bulunmaktaydım. Bugüne kadar, aylık dergiler, haftalık dergiler, akademik dergiler ve internet haber siteleri olmak üzere tam 14 ayrı basın ve medya kuruluşunda çalıştım. Bu süre içerisinde de, kimisi tutuklu, kimisi hükümlü olmak üzere 6 defa cezaevine girdim, onlarca defa ise gözaltına alındım.
Gözaltına alınmam veya hapis cezası almamın tek sebebi "basın-yayın yoluyla örgüt propagandası" yapmak iddiasıdır. Bu iddiaya rağmen, emniyet kuvvetleri tarafından evimde, ofisimde ve el konulan bilgisayarlarımda yapılan inceleme ve araştırmalarda, yasadışı malzeme olarak Allah’ın bir tek çöpü bile bulunmamıştır. Bütün suçlamalar, düşünce suçlusu olarak bu işten çok çekmiş, Türk edebiyatının usta romancılarından merhum Kemal Tahir’in "kanun, kanun değil ki mübarek. Don lastiği gibi, uzat, uzatabildiğin kadar" tespitiyle hep "zan" üzerine bina edilmiştir. Tıpkı, bugün cezaevlerinde bulunan veya haklarında dava ve soruşturma açılmış, her fikirden yüzlerce gazeteci-yazar meslektaşıma yapıldığı gibi.
Gazetecilik mesleğimi icra ederken, sadece yurt içi değil, yurt dışından gelen baskılarla da karşılaştım. Mesela, bunlardan en ilginç 3’ünü kısaca anlatmak istiyorum:
Bildiğiniz gibi ben tam 10 yıldır Çakal Carlos’un Türkiye’deki tek temsilci gazetecisiyim, kendisiyle gerçekleştirdiğim ve Baran dergisinde yayınlanan haftalık röportajlar, Tahkim Yayınları tarafından "Söz Çakal Carlos’ta" adıyla yayınlandı. 2009 yılı 16 Mayıs’ında, Filistin’le ilgili uluslararası bir panele konuşmacı olarak katılan meşhur kadın direnişçi Leyla Halid hanımla, onun 40 yıllık arkadaşı olan ve o tarih itibariyle 18 yıldır görüşmemiş olan gönüldaş Çakal Carlos’u, telefonla görüştürdüm.
Bu görüşme başta HaberTürk TV, ATV ve STV ve Yeni Şafak gazetesi olmak üzere medyada epey ilgi çekti. Ancak 10 gün sonra, Fransa Devlet Başkanı (daha doğrusu Cumhurbaşkanı) Nicolas Sarkozy, bizzat kendisi Poissy Cezaevi direktörünü aramış ve gönüldaş Carlos’un yasal hakkı olan benimle telefonla görüşme hakkını, "bir daha Fazıl Duygun’la görüşmeyecek!" diye adımı vererek engellemiştir. Carlos, iki yıldır benimle görüşememekte, sadece avukatlarıyla görüşebilmektedir.
Diğer bir baskı ise El-Cezire haber kanalının 2005 yılında bizimle gerçekleştirdiği uzun bir röportaj, Türkiye’nin devreye girmesiyle engellenmiştir. 2006 yılında, El-Cezire Genel Müdür Yardımcısı ile gerçekleştirdiğim bir röportajım yayınlanması üzerine, kanalın Türkiye’deki temsilcilerine zılgıt çekildiği, bizzat tarafıma anlatılmıştır.
Benim bunca yıllık mahkeme sürecinde edindiğim intiba şudur: “Sadece gazeteciler değil, birçok yargılama, hukukun temel dayanağı olan deliller ve iddia makamının suçu ispat etme yükümlülüğüyle değil de, zan üzerine ve yargılanan kişinin, kendisinin suçsuz olduğunu ispatlaması esas alınarak gerçekleştirilmektedir." İşte bu sebeple, insanlarımız adalet dağıtıldığına inanmamakta ve en basit davalarda verilen hükümler bile, yüksek yargıya havale edilmektedir. Hangi hükümet ve anlayış gelirse gelsin, mevcut mekanizmayı benimsediği için, 80-90 yıldır adalet bir türlü sağlanamamaktadır. Yani değişen şey adaletin sağlanması değil, zulüm mekanizmasının kumanda merkezidir.
Bakınız, ben düşünce ve hayat tarzını benimsediğim bir insana karşı gerçekleştirilen hukuksuzlukları sadece sorguladığım için bu kadar zorluklara göğüs germek zorunda kaldım.
Bu insan, Türkiye’nin en üretken aydınlarından biri olan Sayın Salih Mirzabeyoğlu’dur.
2000 yılı 25 Ocak tarihinde tutuklu olarak bulunduğu Metris Kapalı Cezaevine (hem de hiçbir isyan girişimi olmamasına rağmen ve 2000 yılı Aralık ayındaki vahşi "Hayata Dönüş" operasyonlarının öncüsü olarak gösterilen) düzenlenen bir operasyonla, ölümüne işkence edilen ve öldü diye bırakılan bir insanın, ertesi gün üstü başı yaralı ve çamura batmış elbiseleriyle (halkın gözünde küçük düşürmek için özelikle yapılmış) karga tulumba hakim önüne çıkarılmasını (eski İstanbul 6 Nolu DGM. Hakim Sedat Karagül, sonradan bu davada bana çok baskı yapıldı diye itirafta bulunacak ve bu itirazlarından dolayı, tenzil-i rütbeyle cezalandırılacaktır.) tam bir yıl sonra, sorumlu yazı işleri olarak yazdığım Haberci dergisinde sorguladım. Bu nasıl bir mahkemedir ki sanık sandalyesine oturttuğu bir insan yara bere içindedir ve elbisesi çamura batmaktır. Bu insan cezaevinden getirildi, nasıl bu hale geldi! “Bir mahkeme reisinin, duruşma başlamadan önce yapacağı ilk iş bu durumun tespit edilip, kayıtlara geçirilmesi ve sanığı n derhal bir sağlık kurumuna gönderilmesine karar vermesi gerekmez mi?” dedim ve açılan bir dava ile aynı mahkeme tarafından (6 nolu DGM) o günkü ceza kanunları gereği 13 bin TL hapis cezasıyla cezalandırıldım. 13 bin TL’yi ödemezsem, yaklaşık 5 yıl hapis yatacaktım.
Şu an yattığım cezalardan bir tanesi de yine İçişleri Bakanlığı’nın tespiti ve bu tespite dayanarak, Adana eski DGM’si tarafından hakkında açılan dava da, takipsizlik kararı verilerek, davanın düşmesi sağlanan, Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun, o sıralar 8 yaşında olan, kızını okuldan alıp, evine götürmek üzere okul önünde beklerken, herhangi bir savcılık kararı olmadan, karga tulumba polis arabasına (hem de sivil) bindirilmesi, evinin baskın yapılırcasına aranması ve mahkemece tutuklanıp, bir yıl sonra yargılanmaya başlanması, iddianamede kendisi hakkında bizzat savcılık tarafından itiraf edilen her ne kadar hakkında (aleyhinde) bir ifade olmamasına, her ne kadar herhangi bir eyleme katıldığına dair bir delil olmamasına ve her ne kadar herhangi bir eylem emri verdiğine dair bir delil olmaması na rağmen, lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği ve yazmış olduğu 40 kadar kitapta, rejimi değiştirip yerine bir “İslam Devleti” kurma iddiasında bulunduğu ifadesine rağmen, sadece ve sadece "zan"na dayanarak "idam" cezasıyla cezalandırılmasını, avukatlarıyla röportajlar yaparak değerlendirdiğim için cezalandırıldım.
Komiklik sadece burada da değil. Şu anda 2002 yılında eski TCK’ya göre 159. maddeden aldığım ve 2005 yılında yeni T.C.K’nın 301. maddesine uyarlanan "Eski Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’a hırsız dediğim için 18 ay ceza aldım. Ama mahkeme, 2008 yılında değişikliğe uğrayan bu maddeden dolayı, bu davamı yeniden görüp, yargılama için Adalet Bakanlığı’ndan izin alması gerekirken; davanız biraz karışık deyip, kendi hatasının ceremesini bana yükledi. Şu an itibarıyla, tam 5 aydır fazladan yatıyorum.
Sistemin, gazeteci-yazarlara yaklaşımını şu şekilde ifade edebilirim. Yukarıda Sayın Mirzabeyoğlu örneğini vermiştim. Tabir-i caizse, sayın Mirzabeyoğlu’nun durumu, Komünizm ideolojisinin sahibi Karl Marx’ın Lenin’in gerçekleştirdiği durumdan suçlu bulunup, idama mahkum edilmesine benziyor.
Sistem bize, "eyleme karışmayın, düşüncelerinizi ifade edin" diyor ama yargılarken, sanki devrim yapmış gibi yargılıyor.
Aynı basın kuruluşlarında beraber çalıştığım ve hepsi de sorumlu yazı işler müdürü olan Yavuz Arslan, İbrahim Keskin, Aydın Alkan, Bünyamin Eser ve Selim Zengin de benimle aynı kaderi paylaşmak üzereler.
Hemen hepsinin hakkında birçok dava açılmış olup, ağır hapis ve para cezalarıyla karşı karşıyalar.
Sizler daha iyi takip edebiliyorsunuz. Bugüne kadar yargılanmış veya yargılanmakta olan yüzlerce gazeteciden yüzde kaçı hakkında, bir tanecik bile olca, yargılandıkları suçlama olan "terör kapsamına girecek nesnel bir delil" gösterilebilmiştir acaba?
Yüzde biri bulur mu dersiniz?
Çalışmalarınızda başarılar diliyorum, saygılarımla.