AKINCILAR
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

AKINCILAR

AKINCILAR FORUM
 
AnasayfaKapıGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR Empty
MesajKonu: PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR   PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR EmptyÇarş. Mayıs 25, 2011 11:50 am

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -1-

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1221&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-1-

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1224&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-2-

01.05.2011
Merkez Haber Ajansı muhabirinin Türkiye ve Dünya gündemi üzerine Profesör Doktor Darbehan Göktürk'le yapmış olduğu telefon görüşmesinin bant çözümleri aşağıdadır.


- Alo. İyi günler.
- Alo. Buyurun.

- Ben Merkez Haber Ajansı’ndan arıyorum. Daha önce görüşmüştük.
- Tanışıyor muyuz?

- Evet. Havaalanındaydınız. “Etnik Terörizmle Mücadele” konulu bir konferansa yetişmeye çalışıyordunuz.
- Giderim. Ben öyle konferanslara giderim.

- Hatta elinizde bir kedi de vardı.
- Kedi? Sarman mıydı? Sarı? Siyahlı-beyazlı, puanlı mıydı?

- Huysuz olduğuna vurgu yaptığınızı hatırlıyorum.
- Hee!.. Kediler öyle olur zaten.

- İzninizle bir-iki konu hakkında düşüncelerinizi alacaktım. Müsait misiniz acaba?
- Dinliyorum… Dinliyorum, devam edin.

- Tunus’la başlayan ve Mısır’la devam eden, Yemen ile Bahreyn’i de içine alan ve Libya’da, açık söylendiği üzere bir Haçlı Saldırısı’na dönen, bugün Suriye ile de daha da büyüyen hareketlenme hakkında düşüncelerinizi alacaktım… Bu hareketlilik üzerine “halkın demokrasi talebi”, “karşı devrim”, “diktatörlük” ve sair kavramlarıyla değerlendirmeler yapılıyor.
- Hmm. Diktatörlüğe mi karşıymış? Demokrasi mi talep ediyorlarmış? Öyle mi?

- Evet.
- Şimdi… Bir kere bu hareketlenmenin itici enerjisi, Irak’a yönelik her iki saldırıdan bugüne birikmiş bir dip dalgasıdır. Bu “dip dalgası” müsbet bir tabir. Bu tabiri kullanmam yanıltmasın. Yani görünüşte dip dalgası ama, onu hareket ettiren, yüzeye zorlayan itici enerjinin birikim sürecinde, sıçratıcı bir dönüm noktası teşkil eden her iki saldırının faili düşman tarafından, henüz kendisine yönelmeden saptırılıp hedef şaşırtılarak bozgunculaştırılmış bir hareketlenmedir. Böyle görmek lazım… Şimdi adamın bir omzunda Amerikan bayrağı, birinde NATO’ya ABD’ye “Libya’nın şurasını burasını bombalamadınız”, “şurasını bombala”, “şurasında bilmem ne var” diye sitemler. Ha, bir yandan da namaz kılıyor! Bir yandan da namaz kılıyor. Böyle Haçlı Taşeronu bir serserinin gerçek bir dip dalgasıyla ne alakası olabilir ki? Bir alakası olabilir mi?

- Hükümet bunlardan bazılarını tedavi için Türkiye’ye getirmişti. Bilginiz vardır.
- Getirdi mi?

- İzmir’de hastanede hemşireleri taciz ediyorlarmış, yemekleri beğenmiyorlarmış, Laptop istiyorlarmış. Hatta hastane Başhekimi, bunları hastanelerinde istemediklerini, ülkeden gönderilmesi gerektiğini de dile getirmişti, haberlerde.
- Liberal çapulcu bunlar! Hiç şaşırmadım! Hiç şaşırmadım bu duyduklarıma.

- Kaddafi Kuvvetleri de bunların hakkından geliyor ama!
- Efendim?

- Kaddafi Kuvvetleri diyorum, bunların hakkından geliyor.
- Ne kuvvetleri?!

- Kaddafi Kuvvetleri, bu zihniyetin…
- Öyle bir kuvvet yok. Libya Silahlı Kuvvetleri. Bak şimdi iki cümle vereyim sana. Dinle;
1- “Kaddafi yanlısı güçler-kuvvetler sivil halka saldırdı.”
2- “Libya Silahlı Kuvvetleri bozgunculara –yada isyancılara- taarruz etti.”
Aradaki anlam farkını hissedebiliyorsun, değil mi?..

- ...
- Şimdi, Irak’a yönelik 91 Saldırısı haklı mıydı, haksız mıydı? Ben soruyorum!

- Haksızdı!
- “Haksızdı”. Niçin?

- Elle tutulur bir tarafı yoktu.
- “Haklı mıydı, haksız mıydı” sorusunu, saldırının gerekçesi itibariyle soruyorum, ona dikkat et.
Şimdi, Irak, aslında tarihi ve coğrafi bakımdan Irak anavatanının bir parçası olan Kuveyt adlı İngiliz-Amerikan ileri karakolunu, bildiğin gibi 2 Ağustos 1990 tarihinde fethetti. Böyle yaparken ahlaken ve vicdanen yerden göğe kadar haklı. Ancak, ahlaken ve vicdanen haklı ama, Kuveyt’in, Birleşmiş Milletler üyesi olduğu dikkate alındığında, Irak’ın Kuveyt’teki varlığı, güya yasadışıdır. Dolayısıyla, şeklen haksız konumdaydı. 17 Ocak saldırısı, Birleşmiş Milletler Güvenlik (Konseyi) kararıyla, Birleşmiş Milletler bayrağı altında gerçekleştirildi. Hatırlayın. Güya Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmakla sınırlıydı.
Peki 2003’e baktığımızda ne görüyoruz? Bir saniye (çayını karıştırıyor ve bir yudum alıyor). Peki 2003 Saldırısı’na baktığımızda ne görüyoruz?
1- Bu saldırı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla onaylanmadı.
2- Irak, ABD’nin tarihi ve coğrafi bakımdan bir uzantısı değil.
Yani Irak’ın Kuveyt’teki varlığından farklı olarak, ABD’nin Irak’taki varlığı, sadece şeklen değil -burası önemli!- ahlaken de yasadışıdır. Bu anlamda da haksız bir konumdaydı. Bu durumda Birleşmiş Milletlerin ne yapması gerekirdi?

- ...
- Bu durumda Birleşmiş Milletler’in, tıpkı 91’de yaptığı gibi, üye ülkelere, “işgalciyi işgal ettiği topraklardan çıkaracak bir uluslar arası bir koalisyon kurulması için” bir çağrıda bulunması gerekirdi. Öyle ya; 91’de öyle yaptılar. Öyle bir çağrıda bulunmadığı gibi… Kimdi o herif? Hani, vaktin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri?

- Kofi Annan’ı mı kastediyorsunuz?
- Çağrıda bulunmadığı gibi… Çağrıda bulunmadığı gibi, Kofi Annan’ın ağzından yasadışı ilan ettiği saldırının sonuçlarını daha sonra kabul etti. ABD ve peşine takılan o satılık yönetimlere “uluslararası koalisyon” adı takılması da ayrı bir kepazelik tabi. Bilmem hatırlıyor musunuz; medyada?

- Evet.
- Evet. İşte, saptırılmış, bozgunculaştırılmış hareketlenmenin ardındaki itici enerji, Irak’ın bu kadar haksız bir saldırıya uğramasına, hem de… Hem bu kadar haksız bir saldırıya uğramasına, hem de, Birleşmiş Milletler’in 91’deki tutumunun aksine, ABD bayrağı altında tertiplenen bu istilaya seyirci kalmasına duyulan öfkedir! Liberal çapulcu düşman, bugün işte, yakıt olarak bu öfkeyi kullanıyor. Bu noktayı anlamak önemli. Kendi milletine, kendi Millici yönetimlerine yönlendiriyor.

- Sıçrar mı peki?
- Efendim?

- Sıçrar mı?
- Ne, ne sıçrar mı?

- Bozgunculuk hareketi, Türkiye’ye sıçrar mı?
- (Gülüyor…) Libya’da, Suriye’de bozgunculuk yapanların bu ülkelerde kurulmasını istedikleri türden bir ABD Kuklası, işte ne bileyim, liberal çapulcu, laçka toplumcu, etnik yaltakçı bir yönetim Türkiye’de zaten mevcut olduğuna göre, sıçramasına gerek var mı? Otuz yıldır zaten sıçramış sıçrayacağı kadar, ülkenin güneydoğusuna. Ha! Tabi! Sıçramasına sıçrar, sıçramasına sıçrar! Fakat, doğru rotasını bulmuş olarak. Millici değişim talebiyle sıçrar. Sıçrayacaktır!
Bir önemli husus;
Eğer bir gün, hiçbir devletin çiğneyemediği, çiğnediği takdirde mutlaka cezalandırıldığı bir Uluslararası Hukuk Düzeni yerleşecekse, bunu esas teşkil edecek, insanlığı inandıracak, tarihi dönüm noktası niteliğinde bir adımın atılması icab eder. Bu adım, işte bu 2003 Saldırısı’nın faillerinin, ibreti alem için yargılanıp, cezalandırılmasıyla mümkün olabilir. Ha! Sonunda en ağır cezaya çarptırılmak üzere, adil bir yargılamadan geçirilecek Eşkıya Başları listesine diyeyim, -öyle söyleyeyim-, bu günlerde Libya’yı ve Suriye’yi karıştıran, uluslar arası liderler de dahildir.

- Seçimler vardı, onu soracaktım; 12 Haziran Seçimleri.
- Onu da başka sefere bırakalım artık.

- Şu, AKP’nin “Çılgın Kanal Projesi” vardı, onu soracaktım.
- İyi günler.

- AKP’nin “Çılgın Proje”si hakkında da soru soracaktım da?
- Hudson Irmağı. Hudson River. Manhattan!.. Adını da yanlış biliyorsunuz o projenin; Konstantiniye Şehir Devletçiği Projesi’dir o!

- Teşekkür ederim.
- …

- İyi günler.
- …


MHA

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -2-

06.05.2011
Merkez Haber Ajansı muhabirinin Türkiye ve Dünya gündemi üzerine Profesör Doktor Darbehan Göktürk'le yapmış olduğu 06 Mayıs 2011 tarihli telefon görüşmesinin bant çözümleri aşağıdadır.


- Alo. İyi günler efendim.
- …

- Ben Merkez Haber Ajansı’ndan arıyorum. Seçimler ve güncel gelişmelerle ilgili düşüncelerinizi alacaktım.
- Daha demin konuşmamış mıydık?

- Altı gün önceydi.
- Tamam işte; “demin”den daha bile… Peki, sor! Seni dinliyorum.

- Seçimler ve güncel gelişmelerle ilgili düşüncelerinizi alacaktım. Bir de Libya Lideri Kaddafi’nin bir oğlu ve üç torunu katledildi. Aynı gün… aynı günlerde Usame Bir Ladin de öldürüldü.
- Aynı günde mi, her iki hadise aynı günde mi oldu?

- Evet. Aynı günün… Aynı günün gündüzü ve akşamı.
- Evet… Televizyonun tartışma programlarında, ana haberlerinde, gazetelerde falan günlerdir hemen hemen sadece Ladin konusu üzerinde duruluyor. Peki niye?
Ayrıca Ladin hadisesinin medya masalı olma ihtimali de büsbütün yok değil. Onu da yok sayamayız… Şimdi, her iki hadisenin de aynı güne denk gelmesi, önceden planlanmış bir denk getirme midir, yoksa, planlanıp bunu… tesadüf müdür, bunu bilemeyiz.
ABD propaganda makinesinin günlerdir, hemen hemen sadece Ladin üzerine yayın yapmakla, ayrıca böyle bir denk gelmeyle, denk getirmeyle -her neyse artık- amaçlanan hususlar nedir, şunlar söylenebilir:
Birincisi: Sanıyorum bunu düşünmüştür, başta ABD kamuoyu olmak üzere, ekran başı insanlarının -diyelim- “biz zafer kazandık”… (Anlaşılamıyor) Böyle bir anlamı var. Şıklardan biri bu; “zafer kazandık!”
Biliyorsunuz, sömürgecilik, Soğuk Savaş sırasında düşmanını tanımlarken kullandığı “Komünist” sıfatını 2001 sonundaki “İkiz Kuleler” olayından sonra “dönüm noktası” kabul edip. Dönüm noktası 1991, 17 Ocak Irak Saldırısı’dır ya, onu bir kenara koyalım.

- Evet.
- 2001’i dönüm noktası kabul ettikten sonra “İslamcı”, “İslamcı terörist”, “Uluslar arası terörist” sıfatlarıyla değiştirdi. “Komünist” sıfatı yerine bunları koydu. Çıkarlarına dokunan herkes, tam bağımsızlıkçı da olsa, millici de olsa, bunları vurgulamak tehlikeli olacağından, canavarlaştırılmış İslamcı, “İslamcı terörist” meselesi içine sokuldu. Şimdi, işin bu tarafını ihmal etmemek gerekiyor.
Bu… hemen ikinci madde halinde ifade edersek; “psikolojik boyut”u önemli bir husus olarak ortaya koymak lazım. Daha çok Ladin üzerinde durmak, Kaddafi ve Libya’yı görmezden gelmek şeklindeki tavrın ardında bu var. Yani, “ha Millici, ha İslamcı terörist. Ha Kaddafi, ha Ladin!” cinsinden çerçeveye sokma, aynılaştırma çabası. Biliyorsunuz, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Meşru Irak Hükümeti, böyle bir ilişkilendirme kurularak tasfiye edildi. Ve katledildiler.

- Evet.
- Hatırlanacağı üzere… Buna dikkat etmek gerekir. Yani küresel sömürgeci kuvvetleri, "karşımızdaki düşman Tam Bağımsızlıkçı, Millici unsurlar. Biz bunlarla savaşıyoruz!" demesi beklenemez. Onun için bir “canavar” ortaya konur “İslamcı” kelimesi etrafında, Tam Bağımsızlıkçı, Millici liderleri ve hareketleri bir canavar portresi içine, çerçevesi içine sokarak tasfiye etmek şeklinde bir tutum. Tam “Ergenekon” mantığı. Biliyorsunuz, “Ergenekon” denilen tezgahta da samimi yurtsever devrimcileri, gerçek vatanseverleri, bir takım adi suçlar cümlesinden eylemlere-fiillere karışmış insanlarla aynı kefeye, aynı kafese koyarak Toplama Kampı’na götürdüler. Benzer bir mantık uygulanıyor burda.
(Anlaşılamıyor) şu da söylenebilir. Bir hatırlatmadır da aynı zamanda; yani savaşın tarafları, “ha bak! Unutmayın! Bu tarafta İslamcılar var, İslamcı teröristler var, uluslar arası terörizm var. Bizim savaşımız bunlarla!” Daha doğrusu, adı böyle koyuyor. Böyle koyuyor. Halbuki, biz… Tam Bağımsızlıkçılar ve Milliciler, savaşın, sömürgecilikle Millici liderler, hareketler, devletler arasında olduğunu biliyor. Her fırsatta bunu vurgulamak lazım.

- Ee…
- Bilmem bundan daha fazla ne söylenebilir? Başlık altında bunlar söylenebilir.

- Seçimler ve güncel gelişmelerle ilgili düşüncelerinizi soracaktım. “Güncel” derken, aklıma BDP’li Aysel Tuğluk’un iki gün önce söylediği sözler geliyor. BDP’li Aysel Tuğluk. Eee…
- Ona geçmeden önce, Cumhuriyet Güçbirliği ile ilgili bir noktayı hatırlatayım. Seçimler denince, şuna dikkat etmek gerekir, biliyorsunuz 2007 yılında milyonlar sokağa döküldü. Milyonların ağzında en başta “Ne ABD, Ne AB; Tam Bağımsız Türkiye!” sloganı vardı. Bakın, ne hikmetse birileri girdi ve slogan “Ne Darbe, Ne Şeriat!”, “filan falan Türkiye!” işte… “Laik Türkiye”ye çevrildi… “Mollalar İran’a!” diye sloganlar atıldı ve devamı biliniyor; iyi sonuç vermedi. Bu saptırmayı yapan insanların Güç Birliği Hareketi içinde yer aldığını da görüyorum. Buna dikkat etmek gerekir.
Ki, bu sanıyorum Perinçek’ti, "Meyhane Laikliği", "Meyhaneci Laikliği" tespitini yapmıştı. O tespit çerçevesinde değerlendirilmesi gereken insanlar bunlar; siyasi bakımdan. (Anlaşılamıyor) odur...
Aydınlık Gazetesi’nde sanıyorum, gözüme çarptı; bu “heykel” konusunda da aynı tavrı görüyoruz. O tavır da hedef saptırmaya yönelik. Düşünebiliyor musunuz: Dışarının parasıyla yapılmış. Belli bir siyasi mesajı olan. Hem de “Ermeni Soykırımı”nı kabul eden, kabul eder mahiyette bir mesajı olan bir konuda, meseleye “sanat düşmanlığı” olarak bakmak doğru olmaz. Böyle bir hassasiyet ortaya kondu. Bu iyi bir tavır değil. Meyhaneci Laikliği’nin Güçbirliği içinde yer aldığını görüyoruz. Bu oyuna Cumhuriyet Mitingleri’nde olduğu gibi düşmemek lazım.
Yoksa, Cumhuriyet Güçbirliği’ne oy verilir.
HEPAR’a mutlaka oy verilir.
Bununla birlikte seçimlerin… genel… Genel seçimlerin, son olacağını tahmin ediyorum. Bu tahminim… muhtemelen son seçimler olacak.


- Niçin efendim?
- “Seçimler”le ülkenin içinde bulunduğu durumdan çıkılamaz! Seçimlerle ülkenin içinde bulunduğu durumu çözecek kadroların iş başına gelmesi, hayal. Mevcut Liberal Çapulcu Statüko’yu seçimlerle değiştiremezsin. Ama nedir? Seçimler bir göstergedir. Bir adımdır. Kitlelerin bilinç durumunu gösterir. Bu anlamda önemlidir. Meclis’e Tam Bağımsızlıkçı, Millici liderlerin girmesi önemlidir. Bunu ihmal etmiyoruz. Seçimlere sırtımızı dönmüyoruz. Tam Bağımsızlıkçı, Millici partilere ve liderlere oy verilir. Ayrıca, birbirleriyle ittifak ilişkisine girmeyen, fakat, Tam Bağımsızlıkçı çizgide yer aldıkları kesin olan parti ve hareketlerin de birbirlerine yardımcı olmaları lazım….. Başka?..

- Eee… Ben… BDP’li Aysel Tuğluk, açıklamalar yapmıştı, bazı söylemleri oldu… “Devletle olmuyorsa halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kendi kurduğu bu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi, Suriye gibi mi bilinmez. Ancak bir statü kazanılacak ve bu ne pahasına olursa olsun savunulacaktır.” demiş BDP’li… BDP’li Aysel Tuğluk.
- Bozguncu Demokrasi Partisi. Artık tamam, hatırladım. Mısır ve Tunus’u örnek veriyor. Libya’dan bahsetmiyor mu?

- Yok.
- Söylemeye dili varmıyor mu?.. Şimdi işin aslına bakarsan bunların abileri, ablaları 70’lerde… 60’ların sonunda, 70’lerde “Devrimci Kaddafi!” diye yürürlerdi. Kaddafi’yi desteklerdi, desteklerlerdi. Libya yanlısı tavırları vardı. Herhalde dilleri varmıyor. Belki de “vicdanları” varmıyor. Libya’dan bahsetmediler, çünkü Türkiye’nin güneydoğusunun Libya’nın doğusundan farklı olmadığı ortaya çıkacak.

- Bozguncu… Bozguncu kimlikleri afişe edilecek mi demek istiyorsunuz?
- Mutlaka öyle… Sanıyorum bu kadar yeter!

- Alo?
- Görüşmek üzere, iyi günler diliyorum.

- Alo?... Alo?........ kapattı!?


MHA
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR Empty
MesajKonu: Geri: PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR   PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR EmptySalı Haz. 21, 2011 11:45 pm

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -3-

26.05.2011
--------------------------------------------------------------------------------

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1237&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-3-


Merkez Haber Ajansı muhabirinin Türkiye ve Dünya gündemi üzerine Prof. Dr. Darbehan Göktürk'ün değerlendirmelerini içeren 25 Mayıs 2011 tarihli telefon kaydı... Ses kaydının tam metni aşağıdadır.




- Alo? Buyurun.

- Alo. Efendim, Merkez Haber Ajansı'ndan arıyorum. Tekrar bazı sorularım olacaktı.

- Siz düdük mü çalıyorsunuz ararken?



- Düdük?

- Alarm...



- Yok. Belki başka bir yerden...

- İki defa...



- ...

- Bak... bak yine!... O zaman telefonunuz ötüyor sizin!.. Ne zaman ararsanız aynı hikâye: Metalik ötme sesi... Neyse, buyurun.



-...

- Yalnız, Ay tam olana kadar ama. Ne kadar sığdırabilirsem. Buyurun dinliyorum.



- Bu, Milliyetçi Hareket Partisi'ne karşı yürütülen bir şantaj politikası var... Kasetler... Takip edebildiniz mi bilmiyorum...

- Yok görmedim, bilmiyorum... Zaten gerek de yok görmeme... Sizce kimler, niçin yapmış olabilir?



- ...

- MHP'nin iyiliğini isteyenler?... Öyle mi? Olabilir mi bunların arasında?



- ...

- Şimdi... Peşin olarak söyliyeyim; ahlâka aykırı bir davranışı, siyasi, maddi, manevi herhangi bir nedenle menfaat temini için başka insanlara duyurmak, en az söz konusu o davranış kadar ahlâka aykırıdır... Eşleri var mı?



- ...

- O kaset saldırısına maruz kalanlar evli mi?



- Tabi!

- Evli... Bilmeye hakkı olan taraf, aldatılan eşlerdir. Düşünürsek, sadece onları alakadar eder. Topluma değil, sadece aldatılan eşlere duyurulmuş olsaydı bu "duyurma", kabul edilebilirdi. Kabul edilebilir bir davranış olurdu. Sadece ilgili yetişkinleri alakadar etmesi gereken bir aldatma, üçüncü şahısları, toplumu niye alakadar etsin ki? Yani toplum niye duymak zorunda kalsın?.. Şimdi... Eşten kastım, sadece resmi evlilik bağıyla bağlı olanlar değil ha! Arada resmi evlilik bağı olmasa bile, bağlı olunan birisi varsa, o "eş"tir. Yani, resmi olmayan bir ilişki bile, sürekli bağlanma sorumluluğu, dolayısıyla sadakat ister. İstemelidir. Yoksa, "hayat anlık tatların toplamıdır" diyen hissî sorumsuz, haz manyağı... mekanik haz manyağı. "Haz"zı böyle anlayan, hissî sorumsuz liberal çapulcuların propaganda ettiği türden, "herkes herkesin her an karısı; herkes herkesin her an kocası" cinsinden toplum manzarası ortaya çıkar ki, kadın-erkek cinsel aşkının böyle hissedilip savunulmasına bizim his gramerimizde yer yok! Müsait değil...

Yani üçüncü şahıslara duyurmanın alemi yoktu gerçekten... Ha! Diyebilirsiniz ki, "bunlar toplum önünde insanlar". "Herkes tarafından tanınan siyasetçiler". İşte, "topluma iyi örnek olmak zorundalar. Aksi hâlde makamlarını, görevlerini bırakmalılar"!.. Bir defa, tanınmış olalım, olmayalım, hepimiz çevremize iyi örnek olmak zorundayız. Hangi mesleğe mensup olursak olalım, herkes topluma iyi örnek olmak zorunda. Şimdi bir defa... ("Bir saniye" diyor ve çayını içiyor...)

Şimdi, bir defa, insan işini iyi yapıyorsa, işinin ehliyse, -kaset saldırısına maruz kalanlar öyle midir, bilemem- bulunduğu makamın gerektirdiği liyakate sahipse. Mesela... Lafın gelişi, milletin malını özelleştirme yağmasına karşı savunuyorsa, savunmuşsa... Toplumun menfaatlerini ön planda tutuyorsa; o insanın sadece kendisini ve eşini alakadar eden sadakatsizliği nedeniyle bulunduğu görevinden ayrılması doğru olmaz. Böyle yapılırsa... Onun, o durumunu, sureti haktan görünerek topluma duyuran tertipçiler amaçlarına ulaşmış olurlar. Toplum zarara uğrar.

Her şeyden önce, "işi ehline veriniz" diye bir ölçü var bizim inanışımızda, biliyorsunuz.



- Evet.

- Eşiyle onu alakadar eden günahlarına değil, "görev"e, "işe ehil mi, değil mi" ona bakacaksınız! Ölçü bu... Ha tabi! Bir tecavüz söz konusuysa, para/pul karşılığında yapılmışsa... mesela ne bileyim... Reşit olmayan birisi, bir küçük çocuk istismar edilmişse; toplum meydanına iki yetişkin arasında, gönül rızasıyla bir ilişki görüntüsünden taşan bir sapkınlıksa eğer. Böyle diyeyim... Ne kadar işin ehli olursa olsun, failin görevinde kalması, doğru olmaz. Kendi rızasıyla ayrılmıyorsa, toplum müdahale eder, o faili görevinden alır.

Mutlaka bilirsiniz... Peygamber Efendimizin başından geçen bir hadise geliyor aklıma şimdi. Akılda kaldığı kadarıyla, üç aşağı, beş yukarı şöyle:

Şimdi, yolda giderken, bir genç yaklaşıyor. İşte "bir halt ettik", "bi şey yaptık"... bunu söylüyor... Peygamber duymuyor; duyduğu halde duymamış gibi yapıyor, yürüyor. Adam ısrar ediyor; "şöyle bir iş yaptım, ilişki kurdum. Beni cezalandır!" Peygamber, sarhoş olup olmadığını soruyor. Hayır, değil... İlla ki ısrar ediyor; "cezalandır". Peygamber, etrafında biriken kalabalığa, bunun kafasından bir zoru olup olmadığını filan soruyor. "Yok, gayet aklım başımda" diye atılıyor adam. "Peki, gören oldu mu, zina işlerken? Şahitlerin var mı?"... İşte sonunda da -uzatmıyım- Peygamberi ikna ediyor ve cezalandırılıyor...

Dikkat edilecek nokta, dört duvar arasında... dört duvar arasından toplum meydanına sızmamış bir günahı, işittiği hâlde, işitmemiş gibi yapıyor. Yani... sadece... yani, "sadece seni, o kişiyi alakadar eden dört duvar arasındaki halinizi bir an evvel düzgün hale getireceğinize... düzelteceğinize, toplum meydanına davul/zurna ile ilan etmenin kime ne faydası var be adam; düş yakamdan" gibi bir tavır.

Şimdi bu söylediklerimi ve "iki kişi arasında gönül rızasına dayanan ilişki" dememe bakıp, "kaset saldırısına uğrayanları, eşleri affetsin", demiyorum. Bu onların bileceği bir iş. Fakat, akılları başlarında koskoca adamlar... sadakatsizlik edeni kapının önüne koyarlar! Kadın veya erkek, kapının önüne konulur... Neydi öbür soru?



- Bir de, Öcalan'ın sözlerini takip edip edemediğinizi soracaktım. Bu "kıyamet kopacak!", "iç savaş çıkar!" gibi tehditlerde bulundu.

- Öyle mi?



- Evet, BDP'li bir çok milletvekili de zaten, onun devamı halinde höykürmeye devam ettiler. Evet.

- Bir saniye... Şimdi... "Türkiye'de iç savaş olmadığını söylemek" doğru değil. "iç savaş", yüzyılın başındaki istila teşebbüsünden bu yana toplumun içinde hep mevcut oldu, hiç kesilmedi... Tabi topyekun iç savaş şartlarına varmadı ama, alçak yoğunlukta, örtülü, kontrollü bir iç savaş hali, toplumun bünyesine musallat ve onu güçten düşüren, bir sinsi ateş gibi diyeyim, hep var oldu, hiç kesilmedi... Zaten topyekun iç savaş gerçekleşmiş olsa, toplum tabii dengesini bulup, rahatlamış olacaktı. Şüphesiz topyekun iç savaş arzu edilebilir bir şey değil. "Arzu edilebilir bir şey değil" ama, topyekun iç savaş bir vakıa! Getirdiği yıkıma karşın, tarihsel bir vakıa. Nisbeten kalıcı dengeler... Tarihe bakacak olursak, nisbeten kalıcı dengeler, büyük iç savaşlardan sonra kuruluyor. Mesela, hemen aklıma geliveren 1860'lar Amerikası, işte 40'lar Yunanistanı... 1920'lerde Bolşevik Devriminden hemen sonra Çarlık Rusyası'nın hali... 36'lar/30'lar İspanyası örnek verilebilir. Hatta, her çeşit şiddete karşı olan, ama, batı sömürgeciliğine direnen liderlere/yönetimlere daha çok karşı olan her kesimden liberal çapulcuların "devrim" dedikleri şu karşı-devrimler var ya.



- Evet.

- Onlar da aslında... Evet, onlar da aslında bir çoğunda iç savaş yaşanarak gerçekleştirilmiş hareketlerdir. Yani bütün devrimler ve karşı-devrimler, aynı zamanda şu veya bu derecede bir iç savaş yaşarlar...

Şunu da araya sıkıştırayım bu arada: Yugoslavya örneğine... Meselâ Yugoslavya da böyle iç savaş sonunda parçalanmış bir (Anlaşılmıyor)... Yugoslavya örneğine hep menfi olarak işaret edilir. İşte, "yeter ki iç savaş çıkmasın, yoksa Yugoslavya gibi oluruz! Parçalanırız!" şeklinde, sadece menfi örnek olarak ortaya atmak; bu doğru değil! Millici Blok içinde güya hem İstiklal Savaşı... İstiklal Savaşı mirasını sahiplenen, hem de bir türlü "Ya İstiklal, Ya Ölüm!" diyemiyenler, Yugoslavya'yı, Irak'ı ve Libya'yı hep menfi örnekler olarak kullanıyorlar. Dikkat etmişsinizdir. Bu iyi bir şey değil, sadece menfi olarak kullanmak iyi bir şey değil!

Durmadan "provokasyona gelmeyelim!" derseniz... Evet, "provokasyona gelmeyelim!", gelmeyelim ama, durmadan "provokasyona gelmeyelim" diyecek olursanız, provokasyona gelmiş olursunuz. Zira, "Ya İstiklal, Ya Ölüm!" diyeceğiniz an, bu "provokasyona gelmemek" adına hiçbir zaman gelmeyecektir.

Yugoslavya, Irak, Libya, özellikle Irak ve Libya, müsbet örneklerdir de. Evet, bir yıkım var ama, sömürgecilikle savaşmanın mümkün olduğunu da gösteriyorlar.

Aslında Sırplar, "Haçlı" motifini kullanmamış olsalardı, NATO'ya "Müslümanların hamisi" rolü oynama fırsatını vermemiş olsalardı, Yugoslavya da öyle kolay kolay da bölünemezdi.

"Provokasyona gelmemek", "İç Savaş'a meydan vermemek" adına savaştan yan çiziliyor ama, adam senin ülkeni/vatanını ele geçiriyor, öyle seyredip kalıyorsun! Ama Libyalısı, Iraklısı, sömürgeciye karşı bir gün kesin zafer kazanacaklarsa, ki, mutlaka kazanacaklar, düşmanı vatanlarından kovacaklar; bu zaferi İç Savaş şantajına rağmen, yani iç savaş / miç savaş dinlemeden savaşmaları sayesinde kazanacaklar. Hiç lamı/cimi yok!

Evet! 30 yıllık bozgunculuk süreci sonunda, bugün, ülkemizde açık iç savaş şartlarına gelindi. Şartlar böyle... Tabi topyekun iç savaşın çıkıp çıkmaması, o aşamaya evrilip evrilmemesi, etnikçilerin tavrına bağlı:

1- Silahlarını teslim edip, bozgunculuktan vaz geçecekler!

2- Kendilerini Türk Milleti içinde görecekler!.. Nasıl?.. Balkan kökenliler, Kafkasya kökenliler, Karadenizlisi, Egelisi, Akdenizlisi, Trakyalısı nasıl kendilerini Türk Milli Birliği'nin bir ferdi olarak görüyorlarsa, bu büyük aile içinde mütalaa ediyorlarsa, öyle. Ha! Görmüyorlarsa, tamam görmesinler! Fakat bunun mükafatı olarak şurda bir devletçik bahşedemeyiz!



- Obama'nın son konuşmasını da soracaktım. Takip edebildiniz mi?

- Evet...



- İki üç gün önce bir konuşma yaptı. Libya Lideri Sayın Kaddafi'ye karşı işte "çekil!" çağrısında -tırnak içinde- bulundu.

- Sözün... Sorunun cevabını tamamlıyım... Bir kere "Türk" adı, bütün etnik kökenlerin üzerinde bir millet adıdır! "Türk" adıyla temsil olunan bir milleti meydana getiren unsurlardan sadece birini alıp, tek eksen üzerinde "Türk, Kürt kardeşliği" edebiyatı yapılamaz. Yapılırsa, "madem öyle, bölüşelim" denir sonunda. İlle de kimlik edebiyatı yapılıyorsa, yapılacaksa, öyle ifade edilecekse, "Türk" adı, tıpkı "Osmanlı" kimliği gibi bir üst kimliktir. Unsurlarından hiçbiriyle de siyaseten eşit sıfat değildir!

Ayrıca, Türk Milleti bu topraklara öyle, Batı merkezli tarih anlayışıyla kaleme alınmış hurafelerle dolu tarihi çalışmalarda iddia edildiği gibi hiç de 1071'de girmiş değildir bu topraklara. 1071, büyük bir dönüm noktası, tamam. Fakat, gerçek tarihçilerin arkeolojik bulgularla da ifade ettikleri üzere, Türk varlığı bu topraklarda 7000 yıldır mevcut bulunmakta. İşin bir de bu tarafı var, onu da gözden kaçırmamak lazım. Eğer tarihi şartlar, binlerce yıl... binlerce yıl boyunca kılıç ve kalemle, fikirle vatanlaştırıp Ev'i kıldığı bu topraklar üzerinde, tek millet olarak siyasi birliğini koruyabilmesi için, Topyekün bir savaşı... topyekün bir savaş imtihanından, böyle bir imtihandan geçmeyi icab ettirecekse, ettiriyorsa, Türk Milleti bu imtihandan hiç şüphe edilmesin; başarıyla çıkacaktır!.. Evet...



- Ee, diğer sorumu tekrarlıyayım isterseniz? Bu...

- Sonra bir defa,..



- Evet, buyurun

- Şunu da araya sıkıştırayım.



- Tabi.

- Siz sözünüzü unutmayın... AKP ile Bozgunculuk arasında, şöyle danışıklı dövüş, bir gürültü/patırtıdan sonra, Türk Milleti'nin adını ağzına alamayan AKP hükümetinin, Türk Milleti adına, etnik bozguncularla, açıkça, resmen masaya oturacağı bir plan içinde.. bir planlama da söz konusu olabilir. Böyle bir iş de planlıyor olabilirler. Hatta, BM üzerinden, Birleşmiş Milletler üzerinden, NATO'yu çağırıp; NATO'yu göreve çağırıp, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin NATO üyeliğinden yararlanarak, NATO yanlısı bir kesim eliyle, işte "kardeş kavgasını, iç savaşı önleme" adına bir "müdahale" de geliştirebilirler. Türk Milleti'ni, "Yahu, bu NATO müdahalesi mi, yoksa Mehmetçik'in kötü gidişe bir dur demesi mi? Hangisi?" diye bir algılama tereddüdü içine düşürerek, bölünmeyi bir oldu/bittiye getirmeyi de düşünüyor olabilirler, planlıyor olabilirler.

Unutmadan... İç savaş şartlarının oluştuğu bir toplumda, hemen bütün kurumlar ikiye bölünür. Bir husus da bu; bütün kurumlar ikiye bölünür. Taraflar arasında ikiye bölünür. Dolayısıyla etnikçilerin yaptığı –o bahsettiğin konuşmada sanıyorum- etnikçilerin yaptığı:

1- Milliyetçi Ulusalcı Blok; CHP-MHP

2- İslamcı Türkçü Blok; AKP

3- Demokratik Toplumcu Blok; yani bozgunculuk ve liberal çapulculuk (Anlaşılmıyor) ayrımı kategorik olarak yanlış.

CHP Yönetimi, bir ikisi hariç, milliyetçilik, ulusalcılıkla alakası yok. AKP'nin de... Türk Milleti'nin adını ağzına alamayan AKP'nin de Türkçülükle, İslamcılıkla bir alakası yok.

Ortada iki tane blok var; İç Savaş koşullarında; açık İç Savaş şartlarının mevcut olduğu koşullarda, artık bizim toplumumuz, biri Etnikçi Blok, diğeri Millici Blok olarak ikiye ayrılmış durumda.

Hemen hemen bütün kurumlar gibi partiler de, bilhassa -yeni partileri demiyorum. Bu, bu şartların ürünü olan yeni kurulmuş partileri söylemiyorum- eski mevcut partileri, sistem partileri de az veya çok bu iki bloktan birine meyilli, iki kesim arasında gerilir, gerilir ve bölünmeye yüz tutar... Ne diyorduk?



- ...

- Ha! Mademki görünüşte, güya hiç kimse İç Savaş istemiyor. Güya hemen her... güya hemen herkes, her çeşit şiddete karşı olmakta birbirine yarış halinde, o halde şu şiddet konusuna dönelim biraz... Olur mu?



- İyi olur, çok iyi olur.

- (Çayından içiyor)... "Hız", "aşırılık", "bir hareketin derecesi" gibi anlamlarını bir yana bırakıyoruz tabi. Her çeşit şiddete karşı olanların kastettiği, "zor kullanma" anlamında alıyoruz. Bu anlamda şiddete karşı olmak mümkün değildir!

"Zor, eski toplumun ebesidir!"

Tabir Engels'in. Devrim diye yutturulan karşı-devrimlerde, hiçbiri şiddete başvurmuyorlar mı? Silah kullanmıyorlar mı? Her çeşit şiddete karşı olanların desteklediği karşı-devrimlerde silah kullanılmıyor mu?

Zor... Bir kere zor, şiddet hayatın diyalektiğinde mevcut!

Tohumun çatlaması, suyun yüz derecede kaynaması, gürleyen gökün ardından buharın yağmur olup inmesi. Düşünün; hep şiddetle oluyor...niceliğin niteliğe dönüştüğü an, şiddet ebemiz, ebeliğini yapıyor demektir! Onsuz olmaz! Yeni nitelik, çocuk doğmaz, doğamaz! Geriler! Hayat, onsuz mevcut olamazdı. Mesela... dişi ve erkek cinsinin birleşmesinin tamı tamamına gerçekleştiği zirve anında, bir anda olup bitenin bir şiddet olmadığını söyleyebilir misiniz? Var mı böyle şiddetsiz olabilen bir zirve anı? Yani, o zirve anında hiç şiddet olmasaydı, babamızdan annemizin rahmine su olup intikal edebilir miydik? Bu olabilir miydi? Asla intikal edemezdik. Yaşça hatırlamamız mümkün değil. Şahsen hatırlamıyorum. Hepimiz henüz babamızın... babamızdan bir hücre halinde, -böyle düşünelim- yani yarı varlığımızla aynı yoldan...tabi aynı yoldan değil, ayrı yollardan elbette ama, üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen... birbirine benzeyen ayrı yollardan, şiddetli bir ateş sağanağı altında; sonunda kazandığımız bir ölüm/kalım koşusunu tutturarak ulaştık biz o tek hedefe; annemizin rahmine...

Devamı da öyle...

Yumurta, onu dölleyecek olan o hücreyi yazı/tura ile seçmedi. "Demokratik tartışma süreci" sonunda uzlaşarak seçilseydi, bu usul, güya her çeşit şiddete karşı olanların isteğine pek uygun bir çözüm olurdu ama, kazın ayağı hiç de öyle değil.

"Siz hücreler, önce bir araya toplanıp bir tartışın bakalım. Sonra aranızdan oylayarak seçerim. En uzlaşmacı, barışsever olanınızı"

Annesinin yumurtasının böyle bir teklifte bulunmuş olabileceğini düşünen biri olabilir mi her çeşit şiddete karşı olanlar arasında?... Annesinin yumurtasının bu halini... Her çeşit şiddete karşı olan birisi, bu durumunu, annesinin yumurtasının, "muhtemelen demokratik bir seçim yapmış olmasıyla" açıklayabilir mi? Dünyaya gelişini böyle bir seçime borçlu olduğunu düşünen?... Mümkün değil! Annesinin yumurtasının böyle bir teklifte bulunmuş olabileceğini düşünen birisi olamaz herhalde...

Ne "demokratik çözüm"ü!

Salgıladığı çeşit çeşit maddelerle kimyasal saldırı düzenliyor; etraf bir cehenneme dönüyor, can pazarına, cehenneme dönüyor; erkek hücrelerine yönelik tam bir katliam hareketi!

Yani "niçin" diye bir düşünelim; niçin?! "Soykırımcı olduğu için" mi? Hayır! İstiyor ki;... İstiyor ki, en çok arzu eden, en çok gayret eden, en dayanıklı olan, en becerebilecek olan elde etsin. Yani, işin ehli olanı halletsin... Ne kadar "uzlaşma" kültürü yanlısı varsa... her çeşit... her çeşit şiddete karşı olanlar, sapır sapır dökülüyorlar. En inatçı, en ceberut, en baskıcı olan, hedefe en çok kafasını takmış olan, hedefe ulaşıyor, kapıya dayanıyor. "Girebilir miyim?" Öyle bir izin almak yok. Ulaşıyor ve giriyor içeriye. İşin içinde... yani işin içinde, öngörülmüş bir "zor" var! Yanlış anlama olmasın. İntikalin zamanlamasıyla ilgili, iki insan arasında şahsi anlaşmazlıklar zor kullanarak.. zor kullanarak çözülür demiyorum. Anlaşmazlıklar, şiddetin temel...şiddetin, hayatın temel ilkesi olduğunu izahla sınırlı yaptığım benzetmede, bu benzetmenin maksadı dışında o.

Cevabın sonunu, hayatın taa başlangıcına bakarak noktalıyım:

Kainatın yaratılışı, "Yaratma Fiili"nin gerçekleşmesi, Yaratıcı'nın kendinden dışa doğru, öteye, daha da öteye, ötelerin de ötesine, kendine yetmezcesine şiddetle taşması değil midir?

Maddenin öncesizliği... "maddenin öncesizliği" esas alınıyorsa eğer, kainatın belirmeye başladığı Big Bang / Büyük Patlama’nın şiddet içermeyen bir başlangıç olduğu hayal edilebilir mi?

Zamanında ve gerektiği ölçüde, şiddet işin ruhunda var!

Adeti böyle...

Evet... Obama'nın açıklaması mı?



- Evet. Obama'nın... Dikkatle dinliyordum, çok çarpıcı bir...

- Libya Liderine bir ültimatom mu vermiş? Öyle bişey mi? Ültimatom mu vermiş? Öyle mi?



- Son birkaç gün önce bir konuşması oldu Darbehan Bey. Libya Lideri'ne karşı işte, "çekil!" çağrısında bulundu.

- Evet... Şimdi... Bir parça baktım, duydum sanıyorum. Diğer ABD başkanlarına... diğer ABD başkanlarının Meşru Irak Yönetimine, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'e... yani onlardan bahsederken kullandıkları dile kıyasla, biraz daha kibar denilebilir... belki... Adab-ı muaşeret kurallarına biraz daha dikkat ediyor sanki. Kendisine ben de aynı nezaket kuralları çerçevesinde, bin yıllık barışın, hani o çok bekledikleri "bin yıllık barış"ın ön-şartlarını, bu sefer Suriye'yi de dahil ederek, bir defa daha hatırlatıyorum:

1- Başta yasadışı Irak, Libya ve Suriye saldırıları olmak üzere, benzeri bütün saldırıların kararlarını veren failler en ağır cezalara çarptırılmak üzere, adil bir yargılamadan geçirilecek!

2- Görev yapması, yasadışı saldırıyla 8 yıldır engellenen Irak'ın meşru yönetimi göreve dönecek! Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye "savaş ve bozgunculuk çıkarma tazminatı" ödenecek!

3- Bu haksızlıkların ortadan kaldırılmasıyla beraber Birleşmiş Milletler... Birleşmiş Milletler, hiçbir sömürgeci saldırının paravanı olmayacak şekilde yeniden düzenlenecek!

Size Türkiye Cumhuriyeti tarihinden de bahsedecektim ama...

Dolunay!

Vakit geldi, gitmem lazım!..



- Alo?

- ...



- Alo? Orda mısınız?

- ...



- Darbehan Bey?

- ...



- Hay Allah!...




MHA
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR Empty
MesajKonu: Geri: PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR   PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR EmptySalı Haz. 21, 2011 11:47 pm

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -4-

07.06.2011
--------------------------------------------------------------------------------

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1266&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-4-


Merkez Haber Ajansı muhabirinin Türkiye ve Dünya gündemi üzerine Prof. Dr. Darbehan Göktürk'ün değerlendirmelerini içeren 07 Haziram 2011 tarihli telefon kaydı... Ses kaydının tam metni ve videosu aşağıdadır.




- Alo.



- Efendim, Merkez Haber Ajansı'dan arıyorum; yarım kalan değerlendirme için aramıştım; müsaade ederseniz...

- Yarım mı? Hiç hatırlamıyorum.




- "Ne kadar sığdırabilirsem" demiştiniz" başlarken?

- Tamamlamadan bırakmam halbuki. Emin misiniz?




- 19 Mayıs, Gençlik, İstiklal ve Kesin Zafer Bayramı'ndan bir hafta sonraydı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinden de bahsedeceğinizi söylemiştiniz? Dolunay çıkmıştı hatta?

- Haa, evet, evet! O bambaşka bir şey zaten!




- ...

- Peki, sizi dinliyorum.




- Uygun görürseniz, geçen hafta ortaya çıkan bazı önemli gelişmeleri sorarak başlayayım. Bilemiyorum haberiniz oldu mu, yazılanları gördünüz mü; 30 Mayısta Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı'yı, 3 gün sonra da, Hava Harp Okulu Komutanı Tümgeneral İsmail Taş'ı ve onunla birlikte dört subayı daha tutukladılar. Bir de Star gazetesi...

- Türk Ordusu nasıl karşıladı bu son saldırıyı?... "Hukuki-kanuni sürece saygılıyız, yargıya güveniyoruz" türünden bir açıklama mesela?




- Bildiğim kadarıyla yok... O türlü bir açıklamada bulunmadılar.

- Pekiii...Ya bu türlü bir açıklama?

"Demek 27 Nisan 2007'de olduğu gibi, yine 'mağdur' olmak istiyorsunuz. Hay, hay, zaten o 'mağduriyetiniz' yarım kalmıştı. Hakikati söyleyelim, biz Türk Silahlı Kuvvetleri olarak, 'hukuki-kanuni sürece saygılıyız, yargıya güveniyoruz' ama bu orduyu küllerinden doğuran İstiklal Savaşı geçmişimize, o geçmişin mirasına da en az hukuki-kanuni sürece, yargıya olduğu kadar saygılıyız ve bağlıyız.

1- Ülkeyi yönetmekle görevli siyasi kadrolar, etnikçi yabancı güçlerin adeta esiri durumuna düşmüşlerse, milletvekilleri yabancı iradeleri temsil eden büyükelçilerin oyuncağı olmuşlarsa;

2- Bağımsızlık Savaşı geçmişimize, bu geçmişin mirasına saygıyla bağlı kalmak şöyle dursun, ülkeyi yönetmekle görevli siyasi kadroların yabancı iradelere olan bu bağımlılığı, Kıbrıs adasının Yunanlı yayılmacılar tarafından yutulmasını önlemek ve Kıbrıslı Türkleri, müslümanları muhtemel bir soykırımdan kurtarmak için, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Barış Harekatı sırasında, Türk Ordusuna stratejik düşman tarafından konulan silah ambargosunu tanımayarak, savaş uçaklarımızın yakıt ihtiyacını karşılayan, "Füzeler dahil, neye ihtiyacınız varsa, alabilirsiniz" diyerek silah depolarını ardına kadar açan Libya'nın Muammer Kaddafi önderliğindeki kötü gün dostu, vatansever yönetimine karşı sömürgeci saldırganı desteklemek ve Anadolu topraklarını tıpkı 2003 yılında Irak'a yönelik haksız saldırıda olduğu gibi o aynı düşmanın Libya'ya yönelik saldırılarına tahsis etmek nankörlüğüne varmışsa;

3- Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bayrağına, diline, niteliklerine ortak koşanlar, bu emellerini fiile dökmeye çoktan başlamışlarsa, iş sadece siyasi-idari-etnik parçalanmayı Anayasal hale getirip, güya meşru kılmaya kalmışsa, evet... 12 Haziran seçimlerinin yapılmasından yana olmakla birlikte, artık zaman meselesidir; yabancı güçleri ihmal etmeden, aslında yüzyılın başındaki Sevr saldırganlığından bugüne yarım kalmış bulunan 'mağduriyetinizi', askeri-siviliyle bütün bir Türk Milleti olarak, omuz omuza öyle bir tamamlayacağız ki, bu vatan toprakları üzerinde bir daha mağduriyet dilenmeye cüret edebilecek tek bir yabancı kuvvet, tek bir bozguncu bile kalmayacak!"...türünden bir bildiri mesela?




- Yok... Zaten böyle bir şeyi...

- İlle de Ordunun tepesi konuşacak diye bir kural yok, sözü usulünce duyurup, bangır bangır hissettirmenin bin bir yolu var. Her ne hal ise... Şimdi bir kere "tutuklama" değil, "rehin alma"... Ergenekon adını taktıkları saldırı tezgahında, gözaltı-soruşturma-yargı sürecinin Anayasayla çizilmiş hukuki-kanuni çerçevesine sadık kalınıyor mu? Hayır... O halde mevcut iç savaş şartlarında, "tutuklandılar" yerine "rehin alındılar" tabirini kullanmanız daha uygun olur. Harp Akademileri Komutanı Orgenenal Bilgin Balanlı, Hava Harp Okulu Komutanı Tümgeneral İsmail Taş ve diğer subaylar, Türk Milletini Bitirme Planını yürüten iç ve dış düşman tarafından rehin alınmışlardır.

İstiklal Savaşı tarihimizde, 1919 Haziranıyla, 1920 Kasım ayı arasında yaşanan Malta Günleri Dönemi'ni hatırlayın; o vaktin sömürgeci zalimleriyle, kukla İstanbul Hükümeti, içlerinden bazılarını daha sonra hükümetin isteğiyle, Malta'ya, Limni'ye sürecekleri asker-sivil her kesimden millicileri, adeta "Ermeni etnik isyanını bastırdıkları" gerekçesiyle rehin alıp, bir toplama kampına dönüştürdükleri Bekirağa Bölüğüne kapatıyorlardı. "Bunları rehin alıyoruz" tabirini, İngiliz işgalciler kullanıyor... O zalimlerin şimdiki torunlarıysa, Türk Milletini Bitirme Planı kapsamında, 2008 yılı başından itibaren rehin almaya başladıkları millicileri, Silivri Toplama Kampıyla, Hasdal Askeri Cezaevi'ne kapatıyorlar.

Hazin olan şu; Malta günlerinde vatanseverler durumu kabul etmiyorlardı, susup pısmıyorlardı; subaylar, siviller rehin alındıkça, sık sık mitingler düzenleyerek seslerini yükseltiyorlardı. Durumu kabul etmediklerini fiili olarak gösteriyorlardı ve etkileri büyüktü. Mesela 1919 Mayısında, Fatih, Üsküdar, Kadıköy Mitinglerinden sonra, 23 Mayısta Sultanahmet Meydanında tertiplenen büyük miting öncesinde, İngiliz işgalcilerin, "Ya Sultanahmet Meydanı'nda toplanacak kalabalık, Bastil zindanlarına hücum eden Fransız devrimcileri gibi Bekirağa Bölüğü'ne hücum edip, rehin aldığımız subayları, sivilleri kurtararak Türk Kurtuluş Savaşını ateşlerse" diye paniğe kapıldıklarını, allak-bullak olduklarını, yazışmalarındaki ve raporlarındaki itiraflarından biliyoruz.

"Türkiye'nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz!"

Aşağı yukarı iki yüz bin kişinin katıldığı Sultanahmet Mitingi'nde, katılanlara bu yemini ettiren konuşmacı, Halide Edip Adıvar. Halide Edip, bir vatansever olmakla birlikte, biliyorsunuz Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer alıyor.

"Türkiye'nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz!"

Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında...

Dikkat edilecek olursa, bağımsız olmakla, Amerikan himayesine girmek arasında bir çelişki görmeyen o vaktin bazı mandacılarında bile "işgal olunmayı, rehin alınmayı" kabul etmeyen bir hassasiyet mevcut... "İşgal olunmayı, rehin alınmayı" kabul etmeyen bir hassasiyet, 1920'lerin bazı mandacılarında bile mevcutken, aynı hassasiyet bakımından bugünkü vaziyet nedir?

Geçenlerde tesadüfen gözüme çarpan iki başlık;

"O albay tutuklandı!"

"O general de tutuklandı!"

Acaba, 2003 yılı 4 Temmuzunda, Irak'ın kuzeyinde, Süleymaniye'de, Türk askerinin başına çuval geçirilip rehin alındığı, itilip kakılarak aşağılandığı saldırının bazı failleri ele geçildi de, Türk milletine sevinçli bir haber mi veriliyor? Olur a!

Fakat hayır, başlıkları okuyanların zihinlerinde neredeyse yabancı bir orduya mensup subaylardan bahsedildiği hissi uyandıracak şekilde, "O albay" ve "O general" diye işaret olunan subaylar, Türk subayları... Güya düzene muhalif CHP yanlısı bir sitenin kullandığı haber başlıkları bunlar. Yani ordu düşmanı dil, tersine hassasiyet, hemen hemen bütün gazete ve televizyonlarıyla medyasından, AB-D hangi ülkeye saldırsa, hemen o ülkenin konsoloslukları önüne gidip, kameralar önünde türlü soytarılıklar yaparak saldırgana destek tezahüratlarında bulunan Mazlum-Der, İhh, Özgür-Der gibi paravan örgütlerine, sadece açıkça liberal çapulcu statüko ve etnik bozgunculuk yanlısı propaganda yürüten kuruluşların yayın faaliyetlerinde değil; maalesef liberal çapulcu statükoya ve Akp'ye yönelik muhalefetleri güya tarafından olmamış olsa, "işgal altında bulunmaya, rehin alınmaya" şu veya bu derecede tepki duyması gerekenlerin sitelerinde de gözleniyor.

Peki, şiddeti farklı seviyelerde tezahür eden bu Türk Ordusu düşmanlığının sebebi, "anti-militarist hassasiyet"midir? Sömürgeci merkezlerin, insanlığı içten çürüten mevcut liberal çapulcu statükoyu bir darbede yerle bir edip, gürül gürül "millici değişim" rotasına oturtacak güçlü liderler, hareketler ortaya çıkacak korkusuyla, okumuş-yazmış takımını hadım edip iktidarsızlaştırırken kullandığı ideolojik uyuşturucuların en kolay müptelası olunanlarından "anti-militarist, anti-darbeci hassasiyet" sebep olabilir mi? Müptelası oldukları zehire toz kondurmayan safları bir kenara koyun; fakat dün Irak'ta, Yugoslavya'da, bugün Libya'da, "karşı-devrim hesabına militarist çözüm"ü ağızları kulaklarında tezahürat yaparak destekleyenlerin "anti-militarist, anti-darbeci hassasiyeti", Türk Ordusu düşmanlığının asıl sebebi olarak görülemez.

İki başlık aktardığım site ve benzerleri, Türk Milleti içinde, güya düzene muhalif pozlarında, fakat etnik bozguncu hareketle adeta ittifak halinde yazıp çiziyorlarsa, bir söz söylemeden evvel, "Nasıl desem de Türkçü, Türk milliyetçisi, ulusalcısı görünmesem, orducu zannedilmesem" diye kıvranıyorlarsa, sebebi 30 yıldır maruz kaldıkları propaganda bombardımanının zihinlerinde yol açtığı etnikçi şartlanmadır, güdülenmedir. Türk'ü millet olarak yok sayan bu etnikçi hassasiyet ruhlarda o kadar meşrulaştı ki, İstiklal Savaşı mirasına bağlılıklarından, işgal olunmayı, rehin alınmayı kabullenemediklerinden en kuşku duyulamayacak olanları bile frenliyor. "Ya İstiklal, Ya Ölüm! şimdi denmeyecekte ne zaman denecek?" diyecek olsanız, "Şışş! Sakın ses çıkarma! Amerikan Ordusu Kürtçüleri üzerimize mi salsın istiyorsun! Bak, Irak, Libya ne halde!" diye itiraz ediyorlar. İşleri güçleri, "düşmanın ne kadar kötü şeyler yapacağını" sayıp dökmek ve orada kalmak... Peki sen ne yapacaksın? Türk Milleti nasıl seferber olacak?... Bunlar iyi ki Erzurum-Sivas Kongreleri döneminde Mustafa Kemal'in yanında değillermiş. "Şu İstanbul'da bir tane adam kalmadı mı? İçlerinden biri çıkıp Ya İstiklal, Ya Ölüm diyemiyor!" dediğinde, kimbilir nasıl bin dereden su getirirlerdi!

Sanırım anlaşılıyor, Ergenekon Tezgahının bir benzerinin tertiplendiği 1920'lerde, milliciler ikiyüz bin kişinin katıldığı büyük mitingler düzenlemekten çekinmiyorlardı, zira zihinlerine bugünkü gibi sirayet etmiş bir etnikçilik zehiri yoktu.




- Başka bir siteden, bu söylediklerinizle ilgili bir şey okuyabilir miyim?

- Evet.




- "...Bir suçlu aranacaksa, Ergenekon'u ülkemizin başına bela edenleri önce bulalım ve cezalandıralım. Hiç kimse Türk milliyetçiliğini körükleyerek ve Kürt milletini küçümseyerek politika yapmasın. Alman ve Amerikan Gladiosunun filleri ve piyonları çarpışırken altında ezilenleri kurtarmak Türk İslam sentezine inanan tüm ülkücülerin vatandaşlık görevidir!"

-...




-Alo?

- Şaka her halde.




- Hayır, Milli Ocak adlı Türk Milliyetçisi bir siteden okudum.

- Etnikçilik zehiri adamı bak ne hale getiriyor. Başka varsa?...




- Bir tane daha;

"Biz etnik milliyetçiliğe karşıyız. Yani onların yaptığı gibi bizde Türk milliyetçiliği yok, bizde Türk milliyetçiliği de yok. Bizde ne var? Tek millet. 74 milyonu biz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çatısı altında kucaklıyoruz. Bizim farkımız bu"

Başbakanın 26 Mayısta Niğde'de yaptığı konuşmadan aktardım.

- Aynı konuşmada sanırım "Türk Bayrağı"da diyordu. Madem milletin adı "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı Milleti", o halde bayrağına da "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı Bayrağı" de. Bayrağına "Türk bayrağı", kendisine "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı Milleti" denilen bir "millet türü" yaşamıyor bu topraklarda.

Bayrağının adı "Türk" olan milletin adı da "Türk"tür...

Öte yandan Türk Milli Birliğini esas alan milliyetçilik, etnik milliyetçilik olarak nitelenemez. Etnik milliyetçilik, Türk Milletini oluşturan unsurların, Türk Milleti dışına çıkıp, kendi kafalarına göre oluşturmaya çalıştıkları bölücü akımlardır. Kürtçülük, Çerkezcilik akımları gibi.

Hakikatin kerat cetveli kesinliğindeki ifadesinden hiç kimse kaçamaz;


Amerika, Amerikalı, Amerikan

Almanya, Almanyalı, Alman

Türkiye, Türkiyeli, TÜRK...




- Efendim, kısa bir ara vermek zorundayım.

- Niye? Reklam mı alıyorsunuz telefona?




- Teyp süresi bakımından zorunlu bir ara. Eğer daha önce söylemek istediğiniz bir şey varsa, buyrun.

- Demin sebepsiz yere aklıma gelen eski bir hikayeyi anlatayım. Ruhuna sadık kalmak şartıyla, günümüze çarpıtılmış haliyle şöyle;

Memleketin birinde zalim bir adam yaşarmış. Mesela fakir milletten çok ucuza odun alır, paralı insanlara çok pahalıya satarmış. Hem zalim, hem zengin adam, ne zaman bir ormana baksa, bir orman değil, bir arsa görmüş gibi olurmuş. Sahillere, yaylalara, göllere, nehirlere bakınca bile, etrafındakilere "Bunlar göl, nehir değil, alt tarafı hepsi arsa"...dermiş.

Ormanların yerine, odunlar oradan oraya rahatça taşınsınlar diye durmadan yollar, yol kenarlarına beş yıldızlı hanlar, villacıklar yaptırırmış. Ucuza alınan mallar pahalıya satılsın diye de gökyüzüne dikdörtgen kutu biçiminde tırmanan çok katlı kapalı pazar yerleri.

Hem zalim, hem zengin, hem aç gözlü adama, hemen herşeyi gören bilen ariflerden bir arif, bir gün şöyle demiş;

"Sen, herkesi sokan bir yılan ve konduğu yeri harap eden bir baykuşsun! Senin gücün bize yetiyor ama Allah'a yetmez! Yeryüzündeki insanlara zulüm etme ki, beddua almayasın ve onların ahı göklere çıkmasın"

Hem zalim, hem zengin, hem aç gözlü, hem odun kafalı adam, bu sözlere çok içerlemiş ve söyleyenden yüz çevirmiş; onu küçük ve hakir görerek kibirlenmiş.

Gel zaman, git zaman, kartalların beş yıldızlı hanlar, çok katlı kapalı pazar yerleri üzerinde daireler çizdiği, yalnız bozkurtların ormanlarda gruplar halinde toplandıkları pırıl pırıl bir Dolunay gecesinde, villacığının çıtır çıtır yanan şöminesinden odunların istiflendiği depoya ateş sıçramış. Deposu, villacığı, eşyası, herşeyi yanıp kül olmuş. Kendisi de, yumuşak yatağından kızgın külün üzerine düşmüş.

Başına toplanan insanlara; "Bu ateş villacığıma nereden geldi, bilmiyorum!" diye dert yanmaya başlamış.

O böyle dert yanarken, vaktiyle kendisini ikaz eden arif zat, kalabalığın arasından sıyrılarak, yanına gelip, şu cevabı vermiş;

"Milletin kalbinde yaktığın ateşten!..."
.........

Kalbi yaralı milletin ahından sakın

Zira ateşi mutlaka tesir eder

Sen, sen ol; kalp yıkmamaya çalış

Zira milletin ahı dünyayı harab eder...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR Empty
MesajKonu: Geri: PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR   PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR EmptyPerş. Tem. 07, 2011 1:23 pm

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -5-


[url=http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1304&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-5]http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1304&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-5[/url]-

03.07.2011
--------------------------------------------------------------------------------


Merkez Haber Ajansı muhabirinin Türkiye ve Dünya gündemi üzerine Prof. Dr. Darbehan Göktürk'ün değerlendirmelerini içeren 03 Temmuz 2011 tarihli telefon kaydı... Ses kaydının tam metni aşağıdadır.





- Siz hazırsanız eğer...

- Dinliyorum, evet.




- Bu arada genel seçimler yapıldı, sonuçlar hemen açıklandı. Önce...

- Bir çay içimi bile sürmedi.




- Onu soracaktım. Kullanılan bilgisayar yazılımının güvenli olmadığını söylüyorlar. Ama önce seçimlerin ardından ortaya çıkan ilginç bir gelişme hakkında ne düşündüğünüzü sormak istiyorum; etnikçi harekete karşı olanlar artık o kadar karşı değil gibi.

- Ne kadar gibi mesela?





- Seçimlerde CHP'yi destekleyen bazı çevrelerden, "BDP, bir 'sol-çatı' partisi olarak, sosyalistleri çatısı altında toplayıp, bir anlamda solun doğal-lideri bir Türkiye partisi olabilir" sesleri çıkıyor... Hemen herkes şaşkın.

- Ara vermeden önce, sitenin tekinden bir bölüm aktarmıştınız; "...Bir suçlu aranacaksa, Ergenekonu ülkemizin başına bela edenleri önce bulalım ve cezalandıralım. Hiç kimse Türk milliyetçiliğini körükleyerek ve Kürt milletini küçümseyerek politika yapmasın. Alman ve Amerikan Gladiosunun filleri ve piyonları çarpışırken altında ezilenleri kurtarmak Türk-İslam sentezine inanan tüm ülkücülerin vatandaşlık görevidir!" şeklinde bir şeydi sanırım.

Şimdi, zamanında etnikçiliğe karşı bir tedbir olarak düşünülmüş Türk-İslam sentezinden bir "Kürt milleti" kavramı icat edip, ülkücülere, "Sakın haa, demirdağı eritmek için yakılan ateşi körüklemeyin, körüklerseniz Türk milliyetçiliğini körükleyip güçlendirmiş olursunuz, oysa siz ülkücüsünüz, göreviniz Türk Milletinin Ergenekon Çıkışına öncülük etmek değil, Türk Milliyetçilerini cezalandırmak ve Kürt milletini Türk milliyetçiliğinin soykırımcı hışmından kurtarmaktır" gibisinden sunmanın Türk ülkücülüğü zannedildiği bir ülkede; sosyalist örgütleri 30-40 yıl evvel güneydoğudan tasfiye ederek varlık bulmuş bir etnikçi hareketin, tasfiye ettiği o sosyalist örgütlerin geleneğine bağlı olduklarını söyleyenlerin bazılarınca bugün sosyalist hareketin doğal lideri zannolunmaya başlanmasına da şaşmamak lazım... ki etnik bozgunculuğa sığınma, seçimlerden sonra ortaya çıkmış yeni bir şey de değil; belki de ilk defa bu kadar açıkça ifade olunduğu için sizlere "ilginç bir gelişme" gibi görünen bu sapkın hal, taa 30-40 yıl önce sahneye konmuş bir tuzak-projenin ürünü...

Yani bugün, İslamcı, ülkücü, Türkçü, solcu, sosyalist, demokrat, muhafazakar, mütedeyyin, sosyal-demokrat, anti-militarist, liberal, feminist, çevreci, işte açık bilmem neci, çivisi çıkmış laçka toplumcu, kendilerini nasıl adlandırıyor olurlarsa olsunlar, Öcalan etnikçiliği önünde, "N'olursun gel başımıza Talabani ol, Mandela ol, bizi 'canavar'dan kurtar! Irak halkı gibi özgür olmak istiyoruz!" diye adeta secdeye gelenler, bu hale bir gecede düşmediler. Yine ara vermeden önce etnik bölücülüğe ait "kıyamet kopar"lı, "iç savaş çıkar"lı açıklama vardı?





- ...

- ...





- Okuyayım mı?

- E, bekliyorum!





- "Ben bu arada zaten yeni bir örgütlenme modeli geliştiriyorum... Bu, yeni bir model olacak. İki ayağı olacak bunun. Bir taraftan Kürtlerin örgütlenmesi kendi içinde devam edecek ama diğer taraftan Türkiye'deki solun bütün kesimlerini, çevrecileri, feministleri, herkesi kapsayacak bir model olacak. Seçimden sonra bunun pır"...

- Orada dur. Yani, hem Türk Milletinin dışına firar edecek, hem de firar ettiği aynı bütünlüğü, o bütünlük içindeki belli bir kesimin, sol kesimin üzerinden "Türkiyelilik" ayağıyla yönlendirerek, diğer ayağa bağlayacak; onun siyasi iradesine, programına tabi kılacak. 30-40 yıl evvel uygulamaya konan tuzak-projenin vücut bulmaya başladığı bu model yeni değil. Ayak tek. Aslında anladıkları halde anlamamamış gibi yapanlar bir yana, kısır bakışlı safların anlayamadığı da bu.

Öcalan etnikçiliğinin-Sevrci bölücülüğün "Türkiyelilik" kavramından umduğu fayda, kendi ayrı örgütlenmesinin örtüsü vazifesinden ibaret değil. Türk Milletinin taarruzuna karşı bir kalkan vazifesi göreceğini de hesaplıyorlar. Örtü olarak "Türkiyelilik" kavramı, Türk Milletiyle, etnikçi blok arasında kopacak "meydan savaşları"nda aynı zamanda kalkan işlevide görecek, böyle bir hesap içinde oldukları çok aşikar.





- Efendim, etnik ayrılıkçılar, Mısır'ı, Tunus'u örnek göstererek, "Diyarbakır halkı sokaklara dökülürse, bütün Türkiye bizi takip eder! İstediğimizi alırız" diye Türk Milletine gözdağı veriyorlar.

- Acaba! Bir defa, Türkiye'nin güneydoğusunu anavatandan koparmaya çalışan etnik ayaklanmayla, Mısır ve Tunus'taki durumlar arasında, benzerlikten daha çok, etnikçiler aleyhine benzemezlik ilişkisi kurulabilir. Sonra, Mısır ve Tunus'taki hadiseler, düşman medyasının propaganda ettiği gibi basitçe, "diktatörleri deviren sivil halk hareketleri" olmaktan ibaret değil. Hakikatleri Türk Milletinden gizleyen işgal medyasının yaydığı hurafelerin aksine, Irak'ta, Afganistan'da, eski Yugoslavya ve eski Sovyetler Birliği coğrafyalarında kurulan cumhuriyetlerde yaşanan tecrübelerden sonra, 90'ların "lale, sümbül, karanfil, nergis" benzeri kodlarla anılan turuncukuaz karşı-devrimlerine benzeyen tezgahlar artık hayal oldu. Libya'da, Suriye'de halk nasıl vatanını, devletini savunuyor görüyorsunuz.

Artık liberal çapulcular, batı sömürgeciliğinin yağmasına kapılarını açmayan yönetimlere karşı ağızlarında "demokrasi, insan hakları, sivil toplum" yaygaralarıyla sokak hareketlerine başladığında, halk yutmuyor; yönetimin etrafında kenetlenip, silaha sarılıyor; gözleri havada terör örgütü Nato'nun uçaklarına tezahürat yapan, ev/vatan hissinden yoksun hainlere hadlerini bildiriyor.

Eğer hedef alınan ülkenin başında, zaten Mübarek yönetimi gibi, zamanında batılı güçlerin bölgedeki en önemli yardımcılarından olmuş bir yönetim bulunuyorsa, o yönetime gerçekten anti-emperyalist niyetlerle muhalefet eden Mısırlıları ayrı tutarak söylüyorum, sokaktaki hareketi yönlendirenler içindeki liberal çapulcu işbirlikçi damarın dışardan teşhis edilmesi zaman alabiliyor.

Hadiseleri dışardan izleyip değerlendiren Türkiye'deki vatansever yazarların bazıları mesela, hedef alınan yönetimin zamanında zaten batılı güçlerin müttefiki olmuş olmasını, sanki ona karşı her muhalefet hareketinin gerçekten samimi millici olmasının işaretiymiş gibi algılayabiliyorlar...ve niyetleri millici olsa bile, "Yönetim zaten AB-D müttefiki olduğuna göre, değişmesi her durumda iyidir" düşüncesinden hareketle, batının "şekli demokrasi, açık/laçka toplum, sivil/asker mutlak ayrımı" gibi hurafelerinden de zihinlerini henüz kurtaramadıkları için, yaptıkları değerlendirmeler, Tunus'tan, Kırgızistan'a uzanan kuşakta bütün olup-bitenleri, taa 90'ların başından bugüne, "diktatörleri deviren sivil halk hareketleri" diye toptan kutsayan liberal çapulcu köşe hıyarlarının değerlendirmelerinden giderek farksızlaşıyor.

Oysa, o yönetimin, yerine daha itaatkar bir kukla rejim getirmek isteyen yabancı güçlerce de hedef alındığını farkına varmak ve baskın olan ihtimal o güçlerin programıysa, yönetim de yabancılara karşı koyuyorsa, o mücadeleyi görüp, savaşan yönetimin yanında yer almayı bilmek gerekir. Mücadelenin, tek bir ülkeyle sınırlı olmadığını, Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya uzanan bir kuşakta, dünya ölçeğinde saldıran düşmana karşı verildiğini unutmayın. Dolayısıyla, siz onu "diktatör olduğu için hiç sevmeseniz de" değil mi ki dış iradelere boyun eğmeyip savaşıyor, yanında yer alma esnekliğini gösterebilmelisiniz. Zira, açılacak her lokal delik, gerçekleştirilmeye çalışılan projenin boşa çıkarılması bakımından önemlidir. Öte yandan, Mübarek veya bir başkası, kötüden iyiye gelen adamın, geçmişindaki yanlışları karıştırılmaz. Kötüden, iyiye gelmesi şartıyla ama.

Mübarek yönetimi, yabancı güç tespitini mırıldandığıyla kaldı, aslında haksız Irak saldırılarına duyulan derin öfkenin zaman içinde dalgaya dönüşerek kendini dışa vurması olan hareketlenmeyi işbirlikçi ajan unsurlara bırakmayıp bölgemizdeki yabancı güçlere yöneltmeyi beceremedi, ayrı hikaye... Ha, bu sözlerimden, idareyi ele alan Mısır ordusunun daha itaatkar olduğu anlamı çıkarılmasın. Ayrıca, "devlet işlerinin" bir yönetim kararıyla orduya devrinden sonra şahıs planındaki gelişmeler ne olursa olsun, Mübarek yönetimiyle, Mısır Ordusunun saldırıyı en az zayiatla püskürtüp üstünlüğü ele almak için baştan beri asgari bir plan çerçevesinde beraber hareket ettikleri de ihtimal dışı değildir.

Peki bir danışıklı döğüş olamaz mı?

Mesela, yabancı güç merkezleri, (X) ülkesinde iktidarda bulunan "itaatkar" bir yönetim, askeri ve siviliyle gerçekten millici bir muhalefet tarafından devrilmek üzereyken, sırf "halkın gözünde itibar kazanıp yerini koruyabilsin" diye, sanki o yönetimin devrilmesini istiyormuş gibi davranamaz mı?

Davranabilir tabii, ancak görünüşteki çekişmenin bir danışıklı döğüş olup olmadığını anlamak kolaydır. Eğer danışıklı döğüş ise, çekişme, laf kavgasından ibarettir; ne karşılıklı ambargolar konur, ne diplomatik ilişkiler kesilir, ne de paravan örgüt BM ve Nato, yönetimin değişmesi talebiyle kararlar çıkarıp, saldırılar düzenler. Güya devrilmesi istenen yönetimle, güya onu devirmek isteyen güçler arasında asla savaş çıkmaz! Libya'ya uyuyor mu sizce?





- Elbette uymuyor, ülke saldırı altında. Libya halkı, Kaddafi liderliğinde vatanını savunuyor.

- Peki ya Irak? Bir de ona bakalım. Irak'a yönelik 91 Saldırısı öncesinde, etnikçilerle, peşlerine takılanlar, "Büyük düşmanla, küçük düşman birbirini yiyiyor" diyorlardı. "Bu bir it dalaşı, bize ne" diyen diyeneydi. "Irak'la, Amerika arasında danışıklı döğüş, kanmayalım" diyenler de az değildi. Bunların bazılarına göre "Saddam'la, Bush, Pasifikte bir adada, şimdi ellerinde kadeh, koltuklarına kurulmuş, televizyon seyredip, halimize kıs kıs gülüyorlar"dı. "Danışıklı döğüş"ün bu tür izahına, daha çok magazin dergilerinde, televizyon spikeri, manken, artist, tiyatrocu, dansöz, dizi oyuncusu gibi, toplumun renkli simaları tabir olunan insanlarla yapılan ve sonunda "2012 yılında dünyamıza gezegen çarpınca, yanınıza alacağınız üç kıymetliniz?", "Merdiven altından geçerken tırnaklarınızı keser misiniz?", "İki deli yüzünden 3. Dünya Savaş çıkar mı çıkmaz mı?", hatta "Geceleri yeme alışkanlığınız var mı?"...gibi anket soruları sorulan söyleşilerde rastlanırdı.

"Danışıklı döğüş" ihtimaline "BAAS gericiliğiyle ABD'nin Kürtlere kurduğu danışıklı bir kumpastır" şeklinde daha siyasi açıklama getirenler de eksik değildi.

Bunlara; "Barzani'yle, Talabani, 'Irak'ın bir parçasıyız, saldırıya karşıyız' diyorlar. Madem öyle, niye Irak Devletinin yanında yer alıp, savaşa hazırlanmıyorlar?" diye sorulduğunda; "Saddam canavarının yanında yer alırlarsa, liberal siyaset yapmış olurlar" cevabını veriyorlardı; "Eğer danışıklı bir kumpas değilse, ABD gerici Irak Devletini 24 saatte yıkar"dı. "O zaman Barzani, Talabani hemen cephe açıp, Amerikalıları kovacak, Pkk'da katılacak ve Mezopotamya halklarının özgürlüğü temeli noktasında, demokratik, sosyalist, ilerici bir yönetim kurulacak"tı. İşte "Güçlerini oraya saklıyorlar"dı. Görüyorduk, bir yandan tespihlerini kibirli kibirli çevirirken, bir yandan bıyıklarını buruyorlardı, "Gerici liberal orta yolcu siyasetlere karınları tok"tu. "Küüt, küüt" diye vurdukça, masaların çuhalarından nasıl da toz kaldırıp, tozutuyorlardı?

Aradan yirmi yıl geçti... Uzun uzun hikaye etmeye lüzum yok, 2003 Saldırısına ve ambargo yıllarına hiç girmiyorum, sadece 91 Saldırısında, 41 günde Hiroşima'ya atılan atom bombasının 7 katına denk, 88.000 ton bombanın atıldığı Irak'a, Türkiye'deki erketeci takımının yardımıyla, Talabani'nin cumhurbaşkanı kisvesine sokulduğu bir kukla yönetim iliştirildi. Kuzeyine de Türk Milletine "Irak'ın toprak bütünlüğüne saygılıyız" yalanını söyleye söyleye, bir atlama tahtası idarecik yerleştirdiler.

Nasıl? Danışıklı kumpas, kimlerle kimler arasında kimlere karşı kurulmuş?

Evvela Irak'ı, arkasından Türkiye ve Suriye'yi, Türkten, Araptan özerk AB-D kuklası idareciklere parçalama amacı etrafında, Irak'ın kuzeyindeki, Türkiye'nin güneydoğusundaki etnikçilerle, Ankara'nın erketeci takımı ve AB-D arasında kurulmuş.

Irak yönetimi, iki saldırı arasında uzun ambargo yıllarında, düşmana karşı evini savunma azmini hiç kaybetmeden Türkiye'nin yüzyılın başında Mütecavizler Koalisyonuna karşı alnının akıyla verdiği İstiklal Savaşı geçmişini hatırlamasını bekledi. Şayet Türkiye'de gücü elinde tutanlar, 91 Saldırısından önce, meclisin haberi bile yokken Amerika'ya gidip, CNN televizyonundan, "ABD, İncirlik üssünü ne zaman isterse, dilediği kadar kullanabilir, hiç bir itirazımız yoktur" diyen Özal'ın peşine takılmak yerine, söz dinleyip Irak Devletiyle ittifak kursaydı, bugün dünyanın çehresi bambaşka olurdu; Sömürgeci güç, bölgemize saldırmaya kesinlikle cesaret edemezdi; vatan toprakları etnikçi işgal altına girmez, topraklarımızı Yeniden Fetih Operasyonu'yla kurtarma mecburiyeti doğmazdı... Ayrıca Afganistan işgali sona ermiş olur, insanlığa vakit kaybettiren turuncukuaz karşı-devrim maskaralıkları gerçekleşmezdi.

Stratejik araştırmalar yapan o kadar uzman, o kadar kurum var, bu hakikatleri bilmezler mi? Hem de sular seller gibi bilirler ama ya işlerine gelmediği ya da korktukları için dillendiremezler. Bütün bu hakikatleri yirmi yıldır örten puşt medyasının da suçu çok büyük.





- Efendim, üzerinde dursanız?

- Üzerinde n'apayım?





- Yeri gelmişken medya konusuna da değinseniz?

- O zaman puşt mantığı nasıl bir şey; puşt, nasıl mantık yürütür, basitçe onu görelim;

Bir erkek düşünün, yanında hanımı yolunda giderken bir saldırgan çıkıyor karşılarına. Saldırgan görünüş itibarıyle daha güçlü kuvvetli, üstelik silahlı. Adama "Kadını bana ver, yoksa seni öldürürüm" deyip silahını doğrultuyor.

Şimdi bu tehdit karşısında üç ayrı erkek tepkisi şunlar olabilir;

a- Karşı koymayı hiç düşünmeden, hanımını bıraktığı gibi kaçar gider.

b- Karşı koymak, "intihar etmek" olacaktır; çünkü saldırgan görünüş itibarıyle kendisinden daha güçlüdür, üstelik silahı vardır. Nasıl olsa başaramayacağı için ölmek, mantıksızlıktır. "Mantıklı" davranıp, hanımını teslim eder.

c- Ölümle burun buruna olduğunu farkındadır, fakat "mantıklı görünen" davranış biçimini seçmez; zira o, mantığın, kişinin kalbinde ne gaye yatıyorsa, ona hizmet eden iki yanı da keskin bir alet olduğunu; hissedilişi yaradılıştan kalpte mevcut ahlaka uygun davranışı mantıkla önlemenin insanlıktan intihar demek olacağını bilir.

Vatan nasıl ki bir milletin eviyse, kadın da erkeğinin evidir, onun vatanıdır. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, Ev'i düşmana eliyle terk etmeyi haklı çıkaran bir mantık, mantık değildir. Mantıksız davranıp, bütün kuvvetiyle saldırgana karşı koyar, savaşır.

Erketeci puşt mantığıysa (b) şıkkındaki gibi çalışır. "Bakın, bakın yüzümde bir çizik bile yok!" diye öğünerek namussuzluğunu haklı çıkarmanın adıdır ki "bir tarifi de bu" kalıbınca "puşt mantığı"dır. 91'de, 2003'te, siyasetçisiyle, medyacısıyla Amerika'nın erketeliğine (b) şıkkı mantığıyla soyundular. Bugün Libya'ya, Suriye'ye, sanki mütecavize direnmek, siyah-beyaz film karelerinde kalmış ilkellikmişte, bunlar o işleri çoktaaan geride bırakıp, aşmış pek medeni adamlarmış havasında, "Mantıklı ol, karşı koymak boşuna. Taleplere boyun eğ, herkes kazansın" diye seslenerek, mantığa davet edenler de aynı şekilde düşünüyorlar.

"Pastadan pay kapmak", "Amerika kararlı", "Sıra kimde?" filan falan... Bunların kitabında gücüne inanmak diye bir başlık bulamazsınız; "Amerika kararlı... Ne yapsak saldıracak... O halde saldırının dışında kalamayız... Kalırsak masaya oturamayız... Oturamazsak pastadan pay kapamayız, hem de cezalandırılırız"... 91'de, 2003'te ve de şimdi, izledikleri dış politika, 20 yıldır tekrarladıkları bu nakarat-cümlelerden ibaret.

Peki sonuç?

Puşt mantığına göre, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, yüzyılın başında bizim topraklarımıza da saldıran aynı alçak Mütecavizler Koalisyonuna karşı savaşmakla, bile bile intihar etmiştir. Vatan kapılarını eliyle açsaydı, bugün yüzünde tek çizik olmadan yaşıyor olacaktı. Hem mütecaviz, hem kurban, herkes kazanacaktı. Keza, 90'lardan, 2003'lerden neredeyse cümle cümle, resim resim kopya bir "canavarlaştırma" kampanyasına maruz kalan Libya lideri Kaddafi'de savaşmakla aptallık ediyor. "Evini bana terket" diyen mütecavize boyun eğse, bu kadar insan ölmeyecek, Libya bombalanmayacaktı. Madem ki Libya bombalanıyor, bu savaşın sorumlusu Kaddafi'dir ve savaş suçlusu olarak yargılanmalıdır! Ekranda, şu anda, ırz düşmanlarının suçlarını, onların kurbanlarını tecavüz suçuyla yargılayıp mahkum ederek aklasın diye kurulan bir başka paravan örgüt ICC "Uluslararası Suç Mahkemesi"nin savcısı Kaddafi hakkında tam da böyle atıp tutuyor. Bakıyorum, yüzünde en ufak bir kızarma emaresi yok.

Evet, bu mantığın sahipleri, "şucuyuz, bucuyuz, şöyle imanlıyız, böyle devrimciyiz, solcuyuz bilmem neyiz" diye kuru kuruya öğünmeyi bilirler ama Erzurum-Sivas döneminde, Amerikan mandası ve Ermeni bozgunculuğuyla ilgili bilgi toplamak ve neler düşünüldüğünü anlamak için Sıvas'a gelen Amerikalı General Harbord'ın, "Tarih zaman zaman büyük kişilerin intiharına şahit olmuştur. Şimdi bir milletin intiharına mı şahit olacağız?" sözlerine, "Emperyalistlerin elinde çaresiz kuşlar gibi ağır ağır ve hainlikle ölmektense, atalarımıza yaraşır evlatlar olarak savaş alanlarında vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz" karşılığını veren Mustafa Kemal'e bu sözleri söyleten hissin, yine "vatan namustur, terkedilemez" hissi olduğunu da farkında değillerdir.

Acınacak olan asıl tavrın, "boyun eğerek şerefsizce yaşamayı, yaşamak saymamak" değil, fakat "ayaklar altında çiğnenerekte olsa tatlı tatlı yiyip-içmek varken, kalkıp savaşmak enayiliktir" diye düşünmek olduğunu, ne Saddam Hüseyin'in katledilmesini ekranda seyrederken "Dünyanın dışında kalmış bir diktatörün sonu" diye kafalarını bilgiç bilgiç iki yana sallayıp, iç çekerek acıyan acınılacak durumdakiler, ne de Kaddafi'ye, "Vatanını seviyorsan, hemen terk et" çağrısı yapanlar anlayabilir. Bu ölümün, Yaratıcı'nın, Saddam Hüseyin'i milyarlarca insanı şahit kıldığı bir şehadetle mükafatlandırması demek olduğunu, kendileri de şahit oldukları halde anlamazlar. Mantıkları almaz çünkü.

(C) şıkkındaki gerçek erkek tepkisi, diyelim ki bütün gücüyle seferber oldu, fakat yetmedi. O felakete rağmen, evi onu hiç bir zaman utançla anmayacaktır... İnanarak döğüşen bir adamın başarma ihtimaliyse, hiç savaşmadan bırakıp gidene kıyasla çok yüksektir.

"...Bir millet varlığını ve istiklalini kurtarabilmek için düşünülebilen her türlü teşebbüs ve fedakarlığı yaptıktan sonra başarıya ulaşır. Ya başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğu hükmüne varmak demektir. Öyleyse, millet yaşadıkça ve fedakarca teşebbüslerine devam ettikçe başarısızlıkta söz konusu olamaz"

Aynı generalin kendisine sorduğu "Millet, tasarlanıp yapılabilecek her türlü teşebbüs ve fedakarlığa başvurduktan sonra da başarı sağlanamazsa ne yapacaksınız?" sözlerine Mustafa Kemal ******'ün verdiği karşılık böyle;

Savaşabildiğin müddetçe başarma ihtimalin hep mevcut.

Rejim değişikliği talep olunan her hangi bir ülkenin başında zaten batılı güçlerin müttefiki bir yönetim bulunuyorsa, sadece yönetimin bu niteliğine odaklanan bazı vatansever yazarların, "Yönetim zaten AB-D müttefiki olduğuna göre, değişmesi her durumda iyidir" gibi bir düşünceden hareketle, muhalefeti bir bütün halinde olumlama hatasına düşmekten ötürü, sokaktaki hareketi yönlendirenler içindeki liberal çapulcu işbirlikçi damarı teşhiste geciktiklerinden bahsediyordum... Şimdi, bu kafa karışıklığı, hadiseleri dışardan izleyen ülkedeki millici aydınlarla sınırlı değil, hareketlenmenin olduğu ülkenin okumuş-yazmış takımında da görülüyor. İşbirlikçiler, maksatlarına, medyanın da büyük payı bulunan başlangıçtaki o kafa karışıklığı döneminde ne kadar ulaşabilirlerse o kadar ulaşabiliyorlar. Ama esas maksadın, Mübarek yönetiminin yerine, mesela "maksadı dinmiş gibi görünecek, fakat batının güç merkezlerine en az bir önceki yönetim kadar bağlı olacak" bir rejim kurmak olduğu iyice ortaya çıkınca, karşı-devrim teşebbüsü yarı yolda tıkanıyor.

"Diktatörleri deviren sivil halk hareketleri" diyerek toptan kutsayan kabul tavrı gibi, "alt tarafı emperyalizm kuklalarını değiştiriyor" deyip toptan reddetmekte yanlış tabii.

Değerlendirmelerde dil kaymaları görülüyor diyorum ya, şimdi Mübarek yönetimi ve benzerleri söz konusu olduğu zaman, sonuç itibarıyla, laçka-toplumcu "Taraf" ve benzerlerinin diktatör edebiyatını andıran dilin mahzuru olmazmış gibi geliyor bazılarına... Ha "baskıcı jakoben diktatör", ha "sömürgeci batı kuklası"... İkisi de "halk düşmanı", ikisi de "batı yanlısı", e, hemen hemen aynı gibi bir hissediş. Ancak Libya yönetimine gelince işin rengi değişiyor. Eski dil alışkanlıklarından zihinlerini temizleyemeyen aynı yazarlar, Kaddafi'ye bakınca, gözleri bir anti-sömürgeci lider resmini görmezden gelemese bile, dilleri bu hakikati böylece söylemeye bir türlü dönmüyor; "diktatör" deyip çıkıyorlar işin içinden. İşe değil, şekle saplantılı olduklarından, gözleri millici tarafını görmeye bir türlü varmıyor.

Fakat terör örgütü Nato'nun saldırıları gözlerine takıldıkça, "Kaddafi güçleri silahsız sivil halka saldırıyor" propagandasından tedirgin olan vicdanları, "diktatör" deyip geçmeye razı gelmiyor; üç gün sonra yeni bir yazıyla hakkını vermek istiyorlar. Cümleleri, Kaddafi'ye "diktatör" demekle dememek arası, hatta "diktatör ama halk düşmanı değil"le, "halk düşmanı değil ama yine de diktatör işte!" arası "bir diktatör bu" demek ister gibi ardı ardına dizerken, birden araya, "Kaddafi geçmişte yabancı şirketleri ülkeden çıkardı ama, ikinci körfez savaşından sonra çok korktu, Libya'nın kapılarını ardına kadar yabancı sermayeye açtı" gibisinden, aslı tamamen öyle olmayan bir laf sıkıştırıp, "hem çok azıcık hakkını vermiş, hem de hemen hiç destek olmamış" oluyor. Vatansever okuyucu, "demokratik seçimle iş başına gelmediği için, istiklal savaşı vermiş vermemiş ne önemi var, bize ne" dendiğini düşünmese bile, "fazla ciddiye almaya gelmez, dengesiz birisi"nden bahsedildiğini anlıyor haliyle. O gençlik yıllarının çığlık çığlığa kimbilir kaç bin defa tekrarlanmış "En iyi diktatörlük bile, dünyanın en kötü demokrasisinden daha kötüdür!" hurafe-tekerlemesinin bir türlü çözülüp eritilemeyen zihin diplerindeki tortuları sebep oluyor bu ince terazilemelere...

"Diktatör" kelimesi, biri tutarlı demokrat gibi hissetmek isteyen entellektüel mızmız, diğeri "gördüğün hakikati doğru bildirmezsen, dilsiz şeytan kesilirsin!" diye rahatsız eden vicdan yanlarına hitap edip susturmak üzere, aynı anda ve şiddeti eşit derecede hem "iyi", hem "kötü" anlamına gelebilseydi...ama gelemiyor işte, yok!

Şimdi bu arkadaşlar, kaşığın sapıyla verdiğini, kaşığın kepçesiyle kazıya kazıya geri alan destek yazıları yerine, diğerlerinin yaptığı gibi "gayri medeni çöl bedevisi, baskıcı kadın delisi çadır jakobeni canavar" diye aşağılayan yazılar yazarlarsa, daha çok destek sunmuş olurlar. Sonra nedir o, Nato saldırısı başlar başlamaz, düşman medyası diliyle, "Nato, Kaddafi'ye bomba yağdırıyor", "Kaddafi'nin tepesine bomba yağmuru başladı" gibi ifadeler? "Libya bombalanıyor"..."Nato, Libya topraklarına bomba yağdırıyor"

Dillerini düzeltsinler...
Tabii bu dil kaymalarında ve kafa karışıklığında medyanın payı büyük.

1- Vatanın kapısını dış yağmaya açmayan vatansever yönetimleri, güçlü liderleri "diktatör", "baskıcı rejim"; düşman hesabına faaliyet gösteren kişiliksiz taşeron eylemcileri, uyuşturucu kaçakçılarını "sivil halk", "silahsız sivil halk" ve bunların çıkardığı bozgunculukları da "halk hareketi", "demokrasi talebiyle sokaklara dökülen halk hareketi" ilan ediyor.

2- AB-D'ye bağlı yönetimlere karşı yükselen halk hareketleriniyse, eğer muhalefet milliciyse, ya hiç görmüyor, ya da "çarpışan taraflar", "iktidar için kan döken taraflar", "aşırı milliyetçiler", "aşırılar arasında iktidar boğazlaşması" benzeri ifadelerle, güya taraf tutmadan, dürbünün tersiyle izliyor. İktidarda bulunan kukla yönetimin, ülke kaynaklarını yabancı şirketlerin yağmasına, özelleştirme kod adlı talanına terk ettiğini gizliyor.

Eğer muhalefet liberal çapulcu eşkiyanın yönlendirmesi altındaysa, tepedeki isme asla "canavar", "manyak" denmiyor, zorda kalmadıkça "diktatör" dememeye de itina gösteriyor. Görevini yapmış, emeklilik zamanı gelince işte biraz nazlanıp, huysuzlanan bir adama "Güle güle, hatalarınla, doğrularınla yaptığın hizmetleri hiç unutmayacağız" gibisinden, hafifçe dramatize edilmiş "hayat hikayeleri" yayınlıyor.

3- Propaganda yaparken, sık sık, her iki Irak saldırısında aylarca kullandığı uyduruk resimleri, aslı astarı olmadığı daha sonra anlaşılan "dehşet hikayeleri"ni raflardan indirip, sadece ülke adını değiştirerek aynen kullanıyor.

Mesela Irak'a yönelik 91 Saldırısına onay oylamasından yaklaşık iki ay önce, 90 Ekiminde, ABD Temsilciler Meclisinde, Iraklı askerlerin Kuveyt şehir hastanesinde "Yüzlerce bebeği kuvözlerinden çıkarıp, soğuk döşemelere fırlatarak nasıl ölüme terk ettiklerini... 15 bebeğin ölümüne gözleriyle şahit olduğunu" hıçkırıklara boğularak anlatan "Kuveytli hemşire hanım"ı hatırlıyorum. Canlı olarak yayınlanıp, ekran başı insanlarına defalarca gösterilen bu sahnenin, aslında kongredeki oylamayı etkilemek amacıyla, senaryosu halkla ilişkiler şirketi Hill and Knowlton ve eski başkanlardan Reagan'ın basın danışmanlarından Mike Daver tarafından yazılıp, hemşire rolü Kuveyt'in ABD büyükelçisinin kızı tarafından oynanmış tamamen hayal mahsulü bir propaganda filmi olduğu daha sonra ortaya çıkmıştı. 12 Ocak 91 yılında yapılan oylamada, 7 senatörün bu hayali hikayeyi delil kabul ederek saldırının yapılması yönünde oy kullandığını ve onay kararının sadece 5 oy farkla alındığını hatırlatayım.

Şimdi Libya'daki bozgunculara yardım karar almadan önce, birisini "Bingazili Hemşire" diye Ankara'da Meclis'te veya AKP grup toplantısında konuşturup, onu bunu ağlattılar mı, yoksa anlattığım sahnenin, bu defa "Libya askerlerinin Bingazi hastanelerinde yeni doğmuş bebekleri nasıl öldürdüklerinin anlatıldığı" bir "tıpkı çekim"ini yapıp veya aynı filmi yeni duruma uydurup, Nato'nun Libya saldırısından önce, televizyonların haber bülteni adlı psikolojik savaş kuşaklarında "Bingazili Hemşire'nin Korkunç Dramı" diye gösterdiler mi bilemiyorum ama, sanırım Amerika'da Nevada'da, Kuveyt'te çöl stüdyolarında çekilmiş olduğu yıllar önce ortaya çıkarılmış bir başka filmin yeniden kullanımında, fondaki ses, bu defa, "İşte Iraklı askerler, masum sivil kadınları dövüp, nasıl da tecavüz ederken" yerine, "İşte Kaddafi yanlısı askerler, masum kadınları dövüp tecavüz ederken" diye bağırıyor mesela.

Şu anda dikkatimi çeken, rasgele bir psikolojik savaş metni okuyorum. Vaktimiz var mıydı?





- Tabii, tabii, buyrun.

- "NATO'dan Kaddafi'ye kınama

NATO, Kaddafi'nin dün devlet televizyonunda yayımlanan açıklamasını kınadı.

NATO sözcüsü Oana Lungescu, Brüksel'de yaptığı açıklamada, Kaddafi'nin konuşmasını 'çok çirkin' sözleriyle değerlendirerek, Kaddafi güçlerinin, 'sistematik ve insanlıktan uzak biçimde Libya halkına saldırdığını' söyledi.

Lungescu, Kaddafi güçlerinin camiler ve çocuk parklarını dahi kalkan olarak kullandığını sözlerine ekledi.

Libya lideri Muammer Kaddafi, dün Libya televizyonunda yayımlanan ses kaydında, kendisini Trablus'tan çıkartmaya çalışan NATO güçlerini yenme sözü vermişti.

Muammer Kaddafi, konuşmasında Libya'ya operasyon düzenleyen NATO güçlerini kastederek, 'İlk defa milyonların oluşturduğu silahlı bir ulusla karşı karşıyalar. Yenilecekler, ittifak yenilecek' demişti.

NATO Libya'da sivilleri saldırılardan korumak amacıyla operasyonlar düzenliyor"

Her iki tarafın görüşlerini aktarıyormuş, hüküm kesmiyormuş gibi görünen, sanki heyecansızlığı tarafsızlığından ileri gelen sakin bir tonla yazılmış Anadolu Ajansı imzalı bir metin... Yalan bilgilerin verildiği önceki cümleleri geç, sondaki hüküm cümlesindeki, "su" ıslatır, "yer" çeker doğallığında bir hakikati tekrarlarmışlık havası dikkatimi çekti. "İddia ediliyor"u, "söyleniyor"u bırak, "bilindiği gibi" bile kaydı yok.

"NATO Libya'da sivilleri saldırılardan korumak amacıyla operasyonlar düzenliyor"

Sanki "Nato operasyonları"yla, "korumak" fiili arasında, "su" ve "ıslatmak", "yer" ve "çekmek" arasındaki doğal bütünlük ilişkisinin aynısı varmış; sanki bir Nato operasyonu, amaç bakımından "sivilleri korumak" dışında, bir başka şeyi "koruma" maksadıyla varolamazmış, yani, korumanın konusu "sivillermiş" görüntüsü altında bir başka şey, mesela "AB-D'nin menfaatleri" olamazmış gibi bir dil dayatması.

"NATO Libya'da sivilleri saldırılardan korumak amacıyla operasyonlar düzenliyor"

"Su"ysa ıslatır, "yer"se çeker, Nato'ysa "korur"...

Kimin neyi, niçin koruduğunu, neleri korur gözükerek asıl neyi koruduğunu görmemeye imkan yok. İlahileştirmeye varan içselleştirmenin bu kadarı karşısında insanın tüyleri diken diken olmuyorsa, dil n'etsin neylesin, o insan baktığını görmüyordur.





- Efendim bir de..

- Vakit kalmadı, sorunuza dönüyorum, Türkiye'de kırk yıldır etnik maksat güden bir hareketin bu niteliği, insanların zihinlerinde öylesine yer etti ki, artık onu hiçbir "Türkiyelilik çuvalı"yla örtemezsiniz. Vatanın işgal altındaki bölgelerini Yeniden Fetih Operasyonunda, Türk Milletinin karşısında "Hepimiz Türkiyeliyiz, Çanakkale'de beraber savaştık, Kurtuluş savaşında beraber savaştık" diyerek tutunmalarına imkan yok. Dinliyorum, evet?





- Seçimlerden sonra...

- Ha, "Çanakkale'de Türk-Kürt beraber savaştık" lafı da yanlış manada kullanılıyor. 30 yıldır dillerde aynı yaltaklanmacı nakaratlar: "Çanakkale'de beraber savaştık... Bin yıldır kardeşiz!". Doğru değil. Çanakkale'de Türk Milleti savaştı. Çanakkale cephesine gelen bir Abaza, "Ben buraya Abaza olarak geliyorum, beni kendinizden saymayın, beni ayrı tutun" diyerek gelmedi. "Ben buraya Kürt olarak geliyorum, Keldani olarak geliyorum, Çerkez olarak geliyorum; hepimiz farklıyız, Türkiyeli olarak ayrı ayrıyız!" diyerek gelmediler. Ya? Biz müslümanız, tek milletiz dediler; tek millet olma bilinciyle geldiler, omuz omuza çarpıştılar. İstiklal Savaşında işgalcileri kovup, devleti kurarken de, "Biz tek vatanın evlatlarıyız, Selçuklu Devletini, Osmanlı Devletini nasıl kurduysak, şimdi de Türkiye Cumhuriyetini kuruyoruz, ne mutlu bize, Türk milletiyiz, müslümanız" diye hissettiler, hissedemeyip diyemeyenlerse bozgunculuk ettiler, hala da ediyorlar.

Adam kendisini "ayrı" hissetse niye "başkası"nın savaşına katılsın, cephesine gelsin?

Mesela, yabancı güçlerle sokak savaşları başladı, düşman yuvaları, koloni-kasabalar kuşatıldı, Türk Milletinin dışına firar etmiş olanlar, "Türkiye Cumhuriyeti devletinin otoritesini tanımıyoruz" deyip, vatanın bir köşesinde kukla idarecik kurmaya çalışanlar, etnikçi sol çatı partisi peşinde koşanlar, Türk-islam sentezinden kürt milleti icat edip, Türk milliyetçiliğine karşı korunmasını, yine Türk milliyetçilerine vatandaşlık görevi olarak vaaz edenler, millicilerle omuz omuza savaşırlar mı dersiniz?

Sonra şu bin yıl hurafesi. Biz, yedi bin yıldır bu topraklarda yaşıyoruz ve bütün bunları şu köken bu köken demeden Türk Milleti ailesinin birer mensubu olarak hepimiz söylüyoruz. Bunu da iki cümleyle araya sıkıştırmış olayım. Evet?





- Devam ediyor muyum?

- Dinliyorum.





- ...Seçimden sonra bunun pratikleştirilmesine yönelik çalışmalarım olacak. Şimdiye kadar Türkiye'de devlet hep Sol'a tuzak kurmuştur, komplo yapmıştır. Mustafa Suphiler olayı, Mahirler olayı da böyledir. Solun varlığı, bu tür yöntemlerle hep engellenmiştir. Devlet solun varlığının engellenmesinin bir hata olduğunu farketmiş gibidir. Tabi Sol da bu oyunları boşa çıkaracak şekilde kendisini geliştirememiştir, güdük kalmıştır, yetersiz kalmıştır, toplumsallaşamamıştır. Özgüven eksikliği vardır. Eksiklikleri olsa da bu seçimlerle birlikte iyi bir başlangıç yapılmıştır. Fena olmamıştır. Geliştireceğim yeni modelle bütün bunları bütünleştireceğiz. Demokratik Sol diyorum buna. İleride bunu detaylandıracağım."

- Şimdi bir kere etnikçilik, varlığını solu yiyip, yutarak büyüttüğü ölçüde bizatihi tuzak! Bir şikayetleri olduğunu, Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, Kaypakkayaları fazla umursadıklarını zannetmiyorum. 71 döneminde lider kadroların tasfiye sürecinde, davaya bağlılık örnekleri sergilendi. 71 ertesinde, kökeni ne olursa olsun, gençliğin önemli bölümünün sol ideolojilere yönelmesinde, bu örneklerin payı büyüktür. Küba devriminin yapılış biçimiyle, önder kadrosunun uyandırdığı etki, ABD'nin Vietnam yenilgisine uğraması, Sovyetler Birliği'nin varlığı, Çin'in yükselişi, propaganda sanatının iyi becerilmesi gibi daha bir çok husus sayılabilir. Sol, bir cazibe merkeziydi. İşte gerçekleşecek olursa, Türkiye'yi vaktin Sovyetler Birliği'nin nüfuz alanı içine savuracağından çekindikleri sol bir devrimi önlemek isteyenlerce, 70'lerde uygulamaya konmuş bir politikadır bu tuzak... Daima kontrol altında tutulacak, vatanı bölmeye yeltenecek derecede bozgunculaşmasına fırsat tanınmayacak etnik bir hareketle, Türkiye solunu etnik temelde ayrıştırarak, belirleyeci güç olmaktan çıkarmayı hesapladılar. Fakat evdeki hesap çarşıya haddinden fazla uydu.

Özetle, önü açılan etnikçilik;

1- "Burası filanistandır, falanistandır, burada barbar Türklüğe, Kemalistlere yer yok" propagandasıyla 71 geleneğinden sosyalist örgütleri fizik olarak tasfiye etti.

2- Bunu yaparken, batılı istihbaratların geçen yüzyılın başında tamamlamaya çalıştığı bir kaç yüzyıllık "Türk Milletini Bitirme Planı"ndaki Sevrci-etnikçi temaları, Ermeni bozgunculuğu da dahil, Marksist-Leninist kavramların serpiştirildiği bir dille sahiplenip işleyen bir propaganda sistematiği oluşturuldu. ABD ve Avrupa bir yana bırakıldı, kendisi zaten bu iki merkezin boyunduruğu altında bir sömürge veya sömürgeleşme sürecinde bir ülke olan Türkiye, "dünyadaki en tehlikeli sömürgeci ülke" ilan edildi.

Baş düşmanın adına, güç merkezi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti; ideoloji olaraksa, Kemalizm dendi. "Türk egemenlik istemi" diye bir kavram benimsenip, Kemalizm "en son ve en tehlikeli temsilcisi" sayıldı.

Bir yandan Türk Milletini hasımlaştırıp bölgede batının tarihi Türk nefretine benzer bir nefretin hedefi haline getirirken, bir yandan da Türk Milleti içindeki muhalif kesimlerin nefret ve korkularına hitap ederek, onları "ortak düşmana karşı ortak mücadele" adı altında, zamanla etnikçiliğe yedeklemek ve önce okumuş-yazmış takımının, onlardan sirayet etmek suretiyle de Türk Milletinin zihnine, askeri siviliyle bir suçluluk psikolojisi yerleştirip, sünepeleştirmek; tabiri caizse ruhu hadım edilip, yol geçen hanına dönmüş, parmağını dahi kaldırmaktan aciz, iktidarsız korkaklar sürüsüne dönüştürmek amaçlandı.

Kısaca, "Hitler bile 'Benim başöğretmenim Mustafa Kemal'dir, soykırımcılığı ondan öğrendim' der" benzeri, yabancı istihbarat servisi uydurması iftiralarla, çarpıtmalarla örülü bir propagandayla, dünya tarihindeki bütün menfi işleri Türk Milletinin üzerine yıkıp aşağılayarak, şeytanlaştırıp canavarlaştırarak, beyinleri zedeledi. 71 liderleri bahis konusu olduğunda ise, "bir şeyler yapmaya çalıştılar" derken bile, daha çok hor gördükleri, tepeden baktıkları, hatta alay ettikleri görülür.

Böylece akış tersine döndü, bilinç zehirlenmesine uğratılan bölge gençleri, Thko, Thkp-c, Tikko ve benzeri örgütlerin taraftarları, kadroları "Türk düşmanı" kesilip etnik bölücü örgüte kaymaya başladı. Örgütün 80'lerdeki, 90'lardaki yayınlarında, öldürülenlerin resimleri altında, ortalama bir ifade örneği olarak, "Kemalist ırkçı Türk örgütlerinde çalıştı. Daha sonra gerçekleri gördü, Türk egemenlik sisteminden ayrılıp, örgüte katıldı" benzeri cümleler az değildir.

"Dünyadaki en tehlikeli sömürgeciliğin Türk sömürgeciliği olduğunu" öğrenen Türk sosyalisti, ona "sen Türk değilsin, seni Türkler kaçırıp, zorla asimile etti, Türkleştirdi. Sen bir ermenisin, sen bir kürtsün, sen bir kıldanisin, süryanisin, çerkezsin, lazsın, bir dartsın sen, bir ıbıhsın" diye etnik kökenine hitap eden bu "Marksist tespit"e doğru dürüst karşılık veremedi, apışıp kaldı. Diliyle güya karşı çıksa da, zamanla "demek ben devşirildim ha!" diye düşünmeye, onu uyandıran "etnikçi ses"e gizli gizli hayranlık duymaya başladı. Oldum olasıya nedense hiç hazetmediği, bir yabancı milliyetini sorduğunda, cevap verirken kızarıp bozardığı "Türk" adından sonunda iyice soğudu, tam bir inkarcı kesildi.

3- Sosyalist örgütler güçten düşürüldü ama etnik-bölücü bilinç kayması yıllar içinde diğer kesimlere, İslamcı, ülkücü kesimlere de bulaştı, Türk-İslam sentezinden Kürt milleti çıkarma simyacılığına kadar da vardı.

Etnikçiliğin önünü açanlar, bu işin buraya dayanacağını hesaplamışlar mıydı? Dış projelere bilerek hizmet edenleri mutlaka farkındaydılar.

Evet, Türkiye'de şimdiye kadar, birinin görüntüsü, "örtü, gerici, çöl kanunu, din", diğerinin "ordu, darbe, statüko, laisizm" benzeri kelimelere yükledikleri anlam çizgileriyle bilinçaltlarında belirip, gözler önünde canlanan iki korku vardı: İslam devrimi canavarı ve Kemalist-jakoben canavar korkusu. Sahte kutuplaşmanın güdücüleri, bu korkuları on yıllarca hem birbirlerine, hem de kendi taraftarlarına karşı tehdit unsuru olarak kullanarak siyaset yaptılar. Sahte kutuplaşmanın önce bir kutbu AKP'yi, sonra diğer kutbu Kılıçdaroğlu CHP'sini böyle ortaya çıkardı;

"Peşimden gelin, yoksa o karşıdaki batının kullandığı canavar sizi kıymık kıymık eder"

"Bana razı olun, yoksa zor tutuyorum, bu taraftaki içe kapanmacı canavar sizi hap gibi yutar"

Keza, Öcalan etnikçiliğinin, med televizyonundan 90'lar boyunca yolladığı "Osmanlıda en azından eyalet sistemi vardı, halklar nefes alabiliyordu, Kemalizm canavarı gibi merkezi devletçi değildi. Sevr'de halklar vardı, olumluydu"..."Lozan ileri bir adımdı, Kemalizmin ilerici bir yanı vardı, laikti, halklar hapishanesi Osmanlı gericiliğini tasfiye etti"..."Biz olmasak, gericiler doğuda çoktan iktidar olurdu" anlamında mesajları, yine aynı şekilde kesim canavarlarını birbirine karşı hem kışkırtma, hem sıvazlama taktiği icabıydı.

Sahte kutuplaşmanın danışıklı dilinde, propagandistler karşı kutubun canavarını kendi taraftarlarına "batıcı... batının aleti... batının oyuncağı" olarak sunuyorlardı ama karşı tarafın canavarına karşı emniyet tedbiri olarak gördüklerinden, Türkiye'nin batı kurumlarından çıkıp bağımsız olmasını da asla istemiyorlardı.

"Türkiye'nin bağımsızlığını kazanmasını isteriz ama gericiler bizi kesecekse Amerikan sömürgesi olarak kalalım daha iyi"

"Türkiye'nin bağımsızlığını kazanmasını isteriz ama Kemalist jakobenler bizi kesecekse Amerikan sömürgesi olarak kalalım daha iyi"

Kesim yobazlarının, kendi aralarındaki konuşmalarda bu lafların mırıldanmaya başladığı yıllar, yine sahte kutuplaşma üzerinden samimilerin tasfiye edildiği 90'lı yıllardır.

Kısaca, 20-30 yıldır Türk Milletini meşgul eden 1. Cumhuriyetçi, 2. Cumhuriyetçi çekişmesinin güdücüler itibarıyla esasa ilişkin bir kavga olmadığı, "Şimdiye kadar siz yediniz, biraz da biz yağma edelim" hesabı bir menfaat çekişmesi olduğu anlaşılmış bulunuyor. "Etnikçi harekete karşı olanlar artık o kadar karşı değil", doğru... "Neye karşısınız, kimsiniz?" diye sorulacak olsa, konumlarını, üç aşağı beş yukarı "******çüyüm, İsmet Paşacıyım, çağdaş uygarlıktan yanayım. Kendimi bildim bileli CHP'ye oy veririm. Hem irticaya, hem bölücülüğe, hem de 2.Cumhuriyetçiliğe şiddetle karşıyım" diye açıklaması muhtemel kesim, daha büyük tehlikeyi, "esas canavar"ı görünce, İstiklal savaşına göndermeler yapmayı bırakıp, Öcalan etnikçiliğine sarılmaya başladı.BDP'yi muhtemel sol-çatı partisi, Öcalan etnikçiliğini solun doğal lideri kabul eden sözlerin edildiği gün, belli bir geleneğin temsilcilerinden Hasan Pulur'a "Yanlış Anlamayın Apo'suz olmaz" başlıklı bir yazı yazdıran esas korku, işte bu esas canavar korkusudur. Aralarında ayrı gayrı kalmadı. Türkiye'nin bağımsızlığı bu beyefendilerin, hanımefendilerin umurlarında filan değil. Türk Milleti ileri demokratik hakların en başta gelenlerinden biri olan irade belirtme hakkını, 1920'lerdeki gibi meydanlara inip, büyük mitingler tertipleyerek kullanacak diye ödleri patlıyor.

Türk Milleti meydanlara inecek, iradesini belli edecek. Bu hakkı kullanmasına mani olmak isteyen etnikçi saldırısına uğrarsa, vatan savunması cümlesinden meşru müdafaa hakkını kullanacak. Yani ana haber bültenlerinde "silahsız göstericiler, taş atan çocuklar" olarak takdim olunmak için sokaklara illa etnikçi maksatlarla çıkmanın şart olduğuna inanmam mümkün değil. Şimdi mesele bu kadar vazıh iken...(anlaşılmıyor)





- Efendim, kim bu canavar?

- E, ne anlatıyorum ki deminden beri!





- ...

- Bunlara göre esas canavar, Türk Milletinin ordu-millet geleneğidir. Başlamasını önlemeye çalıştıkları istiklalci Yeniden Fetih Operasyonudur. Şimdilik kafi.





- Bir cevabınız olmayacak mı?

- Neye olmayacak mı?





- Etnikçiliğin örgütlenme modeline?

- Bizim modelimiz, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek resmi dil olarak Türk Milletinin bütünlüğünü esas alır. Havalar nasıl orada?





- Belli olmuyor, ne bahar, ne yaz.

- Kışı, baharı, yazı...sonbaharıyla, Türk dönemi o.





- Son bir sorum olacaktı?

- ...





- Darbehan Bey?

- ...





- Darbehan Bey orada mısınız? Alo?

- ...





- Darbehan Bey?

- ...



MHA
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR Empty
MesajKonu: Geri: PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR   PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR EmptyPerş. Eyl. 22, 2011 7:45 pm

PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK DEĞERLENDİRİYOR -6-

21.09.2011
--------------------------------------------------------------------------------


http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=1585&B=prof-dr-darbehan-gokturk-degerlendiriyor-6-




Merkez Haber Ajansı muhabirinin
Türkiye ve Dünya gündemi üzerine
Prof. Dr. Darbehan Göktürk'ün
değerlendirmelerini içeren
21 Eylül 2011 tarihli telefon kaydı...
Ses kaydının tam metni aşağıdadır.








- Alo? MHA'dan arıyorum,

- Bir saniye.




- ?

.................


- Mutfağın camı çarpıyordu. E, n'oldu, indiler mi meydanlara Pazar günü?




- Yok, inmediler. Bir basın açıklaması yayınlandı, konuşmacılar mitingden çekildi.

- Sebep?




- Nadasa bırakılınca, onlar da lüzum görmemişler.

- Nadasta nerden çıktı?




- Efendim, o basın açıklamasını okuyabilirim.

- Dinliyorum.




- "Basın Açıklaması - 12 Eylül 2011
18 EYLÜL KADIKÖY MİTİNGİNDEN ÇEKİLİYORUZ...

Son günlerde gözlenen gelişmeler, ABD ve Avrupa'nın Suriye konusunda ağız değiştirdiğini, Suriye'ye 'acil müdahale' söyleminin ertelendiğini göstermektedir. Suriye halkının dış müdahaleye karşı gösterdiği kararlı tavır ve sözde 'muhalifleri' - batı istihbaratı görevlilerini- ortaya çıkarması sonucu batı şimdilik geri adım atmıştır. Suriye meselesi nadasa bırakılmış, birkaç ay içinde yeterince istihbarat 'çalışması' yapıldıktan sonra, tepesine üşüşme kararı verilmiştir.

- "Gözlenen gelişmeler"le, "karar verilmiştir" bir arada oynamaz. Neyse, devam edin.




- "...Yaptığımız son değerlendirme ve özellikle Küresel çetenin yaptığı açıklamaları göz önüne aldığımızda Suriye gündemden düşürülmüştür. 11 Eylül'de Taksim Meydanı'nda yapılan 'Şehitlerimize saygı ve Komşularımızla savaşa HAYIR!' basın açıklamasına gösterilen ilgi de gündem kaymasına işaret etmektedir.

Ayrıca Sendikalar, STK'lar, Baro ve çeşitli kurumların katılım için olumlu cevap vermemeleri, 18 Eylül'de de, Kadıköy Meydanı'nda yeterli katılımcının olmayacağı duygusu oluşturmaktadır."

- Bir defa, "gündemin kaydığı" maydığı yok; hele "gündemden düşürme" diye bir şey hiç yok. Dozu azalır, yükselir, ayrı hikaye, fakat AB-D Propaganda Makinesi'nin borazanları, Suriye devletini, ordusunu ve halkını hedef alan, "haberler" adlı "psikolojik savaş bültenleri"ni her saat başı yayınlamaya aynı hızla devam ediyor. Şu anda El Cezire adlı, laçka-toplumcu borazan şakır şakır ötüyor mesela, duyuyor musun?




- Yok, tam gelmiyor?

- Şimdi?




- Yok.

- E, ama camlar patlayacak burada. Şimdi nasıl?




- "Suriye Ordusu halkın üzerine ağır silahlarla ateş açtı. Çok... bir şey" diyor.

- "Çok sayıda ölü var" diyor. Şu anda gösterdiği görüntülerin adı, iki ay önce "Şam'da bir cami çıkışı sonrası"ydı; bugün Dara şehri. Sanırım Nisan ayıydı, Libya halkına saldırdıkları "psikolojik savaş bültenleri"nden birinde, bu görüntülerin adı "Trablus şehri"ydi. Emin değilim ama 8 yıl evvel gördüğüm "Jakoben Saddamcılar Bağdat'ta havanlarla pazar yeri bastı!" resmini de hatırlatmıyor değil."Gündemden düşürme" diye bir şey yok, bunu bilelim. O üşüşmeli yeri bir daha tekrarla.




- "Suriye meselesi nadasa bırakılmış, birkaç ay içinde yeterince istihbarat 'çalışması' yapıldıktan sonra, tepesine üşüşme kararı verilmiştir."

- Cümle, "nadas"tan, "istihbarat çalışması"nın varlığına ve "üşüşme"ye kadar, bir kanaat olduğuna ilişkin en küçük bir işaret bulunmayan hüküm kesinliğinde. Açıklamayı kaleme alanlarca, "Suriye'nin gündemden düşürüldüğü" hükmüne, "son günlerde gözlenen gelişmeler" cümlesinden, "Suriye halkının dış müdahaleye karşı gösterdiği kararlı tavır" ve "küresel çetenin yaptığı açıklamalar" değerlendirilerek mi varılmıştır; yoksa bu da olmakla birlikte, ortada küresel çetenin almış olduğu, yorum gerektirmeyecek kesinlikte bir karar mı vardır? Eğer lafa, bir ucundan, "Son günlerde gözlenen gelişmeler" diye girip, öbür ucundan "Suriye meselesi nadasa bırakılmış, birkaç ay içinde yeterince istihbarat 'çalışması' yapıldıktan sonra, tepesine üşüşme kararı verilmiştir" diyerek çıkıyorsanız, "gözlenen gelişmeler" arasında sayılan yapılan açıklamalar içinde bunu bildiren bir karar bulunmuş olması gerekir.

Nerede o karar?...

"Belli bir konuda verilmiş kesin karar olma" keyfiyeti taşıyan bir açıklamayla, "verilmiş bir karar anlamına geldiği kanısına varılan bir açıklama" arasında, "sorumluluk yıkma farkı" var. Verildiği söylenen üşüşme kararını veya karar kesinliğindeki açıklamayı bu yüzden soruyorum. "Küresel çetenin açıkladığı böyle bir karar yok. Yapılan açıklamaları gözledik, değerlendirdik, o kanıya vardık" denilecek idiyse, şimdi değil, o yazılı basın açıklamasında söylenmeliydi. Mitingten çekilme sebebini duyururken, lafa, gelişmelerin gözlenip değerlendirilmesine, yorumlanmasına dayanan bir açıklamada bulunacakmış gibi başlayıp, aslında düşmanın aldığı bir karar yüzünden istemeyerek mitingten çekilmek/mitingi iptal etmek zorunda kaldığınız hissi uyandıracak 'dır'lı, tır'lı, tür'lü" cümlelerle kesinleyerek, "Biz meydanlara gürül gürül inecektik ama, küresel çete bir kaç aylığına kaçtı, mecburen çekiliyoruz" gibisinden, hem nalına hem mıhına tamamlarsanız; "Peki, hangi sömürgeci terörist ülke elebaşısı karar kesinliğinde bir eşkiya ortak görüşü bildirmiş, öyle bir açıklamada bulunmuş?" diye adama sorarlar. Düşman, Suriye Saldırısını ertelediyse, iyi ya işte, fırsatı değerlendir, meydanlara in. Saldırı başlamadan bir-iki gün önce yapılacak mitingler, Irak'a yönelik saldırıda olduğu üzere, vicdanları rahatlatmaktan başka bir işe yaramaz. Açık askeri işgal altında bulunan 1920'lerin İstanbul'unda, Halide Edipler 150 bin kişilik mitinglerde konuşabilmişlerse, bugünün 15 milyonluk İstanbul'unda 200 vatanseverin bir araya gelemeyeceğine inanmak mümkün değil. Nato taşeronları 150-200 kişiyle etrafı velveleye veriyor. İmzasız mı bu basın açıklaması?




- İmza var. Sonu şöyle; "...Ayrıca Sendikalar, STK'lar, Baro ve çeşitli kurumların katılım için olumlu cevap vermemeleri, 18 Eylül'de de, Kadıköy Meydanı'nda yeterli katılımcının olmayacağı duygusu oluşturmaktadır. Bunun geniş kitlede yaratacağı hayal kırıklığı gözönüne alınarak, konuşmacılar Banu AVAR (Gazeteci-Yazar), Erdal SARIZEYBEK (Em. Asker, Yazar), Abidin BAYSAL (Eğitim-İş Sendikası), Yunus DURDU (Tek Gıda İş 2. Şube Başkanı), İlker YÜCEL (Türkiye Gençlik Birliği), Kenan KARABULUT (MHP), Buket MÜFTÜOĞLU (CHP), İsmail ŞANAL (SP) ve Prof. Mehmet YUVA (Türkiye Suriye Dostluk Komitesi Koordinatörü) 18 Eylül mitinginden çekildiğimizi bildiririz.

Çok daha örgütlü ve geniş katılımlı bir toplantı için gereken adımları atmaya devam edeceğiz.

Saygılarımızla

Türk-Kan
Güncel Meydan Yönetimi"

Bu basın açıklaması aynı adı taşıyan sitede de var.

- Basın açıklamasının başlığına bakılacak olursa, iptal edilen mitingten çekilen konuşmacılar tarafından kaleme alınmış; fakat mitingi tertipleyen irade tarafından söylenebilecek "Çok daha örgütlü ve geniş katılımlı bir toplantı için gereken adımları atmaya devam edeceğiz. Saygılarımızla" cümlesiyle biten basın açıklamasının altında imzaları bulunmuyor; açıklama, site adına Türk Kan rumuzlu kişi tarafından yayınlanmış. O halde adı geçen bu konuşmacılar, aynı zamanda, sanki site yönetiminde de bulunuyorlar, ki kendilerinin tertiplemek isteyipte, iptal ettikleri 18 Eylül mitinginden konuşmacı olarak çekildiklerini, kamuoyuyla birlikte kendilerine de duyurmuş oluyorlar gibi bir tuhaf hal ortaya çıkıyor.




- Sitede şöyle bir...

- Bir saniye. Niçin? Sanırım "18 Eylül Mitingini iptal ettik" demiş olmamak için. Eğer konuşmacılarla, basın açıklamasının son cümlesi itibarıyle mitingi tertipleyen irade olduğunu düşündüren Türk-Kan Güncel Meydan Yönetimi aynı kişiler değilse, başlığıyla imzası, hem farklı hem de aynı kişilere aitmiş hissi uyandıran açıklamalarla, milletin zaten bulandırılmış zihnini daha da karıştıracak açıklamalar yayınlamanın bir alemi yok; basın açıklaması konunun uzağındaki insanları bilgilendirmek için yapılır; 18 Eylül'de, Kadıköy Meydanı'nda yeterli katılımcının olmayacağı menfi duygusuna kapılan kimdir, katılım seviyesiyle hayal kırıklığı arasında ilişki kurmak kimin fikridir, konuşmacıların mı, açıklamayı imzalayanların mı belli değil; çocuk oyuncağı mı bu?

Vatansever öncü konumunda bulunanların önemli bir bölümü, onların meydanlara inmesini frenleyen iki korkunun pençesinde;

1- "Meydanlara inersek, taşeronlar gibi bozguncu durumuna düşeriz".

Bu korkunun sebebi, bir türlü kurtulamadıkları, sömürge tipi şekli demokrasi saplantısıdır. İstiklal Savaşını demokrasiye aykırı bulan bu şekil saplantısı, "savaş" kısmını bir kenara atıp, edebiyatıyla yetinen bir istiklalcilikten fazlasına müsaade etmez.

2- "Meydanlara inersek, hareketlenmeyi karşı-devrimcilere, etnik bozgunculara kaptırırız".

Bu korkunun sebebi, yükselen toplumsal dalganın renginin ve lokomotif gücünün sevrci-etnikçi bozgunculuk olduğunu zannetme saplantısıdır. Son 30 yıl boyunca, İşgal Medyası soytarıları aracılığıyla maruz kaldıkları yoğun devlet düşmanı etnikçi propaganda bombardımanıyla zihinleri tarumar edildiğinden; etnikçi dalganın aşıldığını, Anayasa hariç sevrci-bozgunculuğun amacına fiiliyatta çoktan ulaşıp, tıkandığını; taşeron tetikçi karakterinin kabak gibi ortaya çıktığını; taarruz insiyatifinin Türk Milletine geçtiğini görüp, hissedemiyorlar. Karşı devrimin 12 Eylülden sonra etnikçi Özalizm eliyle adım adım gerçekleştirildiğini, AKP eliyle liberal çapulcu statükonun yerleştirildiğini kavrayamıyorlar. Türkiye'de meydanlara inip "statüko değiştirecek" hareketin, tarihi açıdan, ancak ve ancak "Ne ABD, Ne AB, Tam Bağımsız Türkiye" sloganıyla, millici, vatansever bir hareket olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar. Bu da nesi!




- ?

- Dediğin siteye bakıyorum, nasıl bir dil bu yahu!? Bazı ifadeleri siyah olarak okuyorum;

"Libya'da çatışmalar şiddetlendi. Libya'da Ulusal Geçiş Konseyi liderleri yeni bir hükümet kurmaya çalışırken Kaddafi yanlılarının elindeki son kentlerde çatışmalar şiddetlendi. Ulusal Geçiş Konseyi'nin yeni bakanlar kurulunu bugün açıklaması bekleniyordu ancak Fransız haber ajansına göre son dakikada çıkan anlaşmazlıklar açıklamayı erteledi. Bu arada çöl kenti Beni Velid'e kuzeyden giren geçici hükümet kuvvetleri, Kaddafi yanlılarının şiddetli havan ateşiyle karşılaştı. Hükümet kuvvetlerinin buna makinalı tüfek ateşiyle karşılık verdiği bildiriliyor"

Taşeron bozgunculara, hükümet kuvveti diyor; Libya liderine bağlı hükümet kuvvetlerini de, sanki turuncukuaz Nato teröristlerine değil, kendilerine karşı savaşıyorlarmış gibi, Kaddafi yanlıları diye ayırıyor. Bir vatansever Libya'ya böyle mi bakar? Libya'daki anti-sömürgeci savaşa sırtını dönüp, AB-D Propaganda Makinesinin diliyle konuşan birisinin, aynı düşmanın Suriye Saldırısına karşı çıkması ne aklen, ne hissen mümkün.

Bu da "Şam'da toplanan muhalif Ulusal Demokratik Değişim grubu" başlıklı bir Suriye haberi;

"Suriyeli muhalefet grubu Şam'da düzenledikleri toplantıda Devlet Başkanı Beşar Esad'ı göstericilere karşı şiddet kullanmaya son vermeye çağırdı.

Ulusal Demokratik Değişim grubu tarafından düzenlenen toplantıya öndegelen yazar Michel Kilo, Arap ve Kürt millliyetçiler, İslamcılar ve laik muhalif liderler katıldı. Grup, hükümeti şiddete son vermeye çağırırken Suriye halkından da Esad rejimine karşı barışçı yoldan mücadele etmeyi sürdürmesini istedi. Muhalefet toplantılarının çoğu bugüne kadar daha çok Suriye dışında gerçekleşti. En son İstanbul'da toplanan muhalifler Ulusal Konsey kurma kararı aldı.Geçen hafta Hama'da Cuma namazından sonra yapılan rejim karşıtı gösterilerde en az 20 kişi daha hayatını kaybetti. Görgü tanıklarına göre güvenlik güçlerinin ateşinden 11 kişi de yaralandı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri General Ban Ki-moon, Devlet Başkanı Beşar Esat'ı baskı ve şiddet politikasını artırmakla suçladı ve Şam hükümetine karşı ortak tavır izlenmesini istedi. Genel Sekreter Esat'ın yerine getirmediği reform vaatlerine dikkati çekerek 'Artık yeter!' dedi. Birleşmiş Milletler, Suriye'de, 6 aydır devam eden rejim karşıtı toplu gösterilerde güvenlik güçlerinin en az 2,600 kişiyi öldürdüğünü tahmin ediyor. Şam hükümeti ise, yarısı asker ve polis olmak üzere 1,400 kişinin öldüğünü ileri sürüyor ve can kaybından silahlı çeteleri ve dış mihraklı teröristleri sorumlu tutuyor"

Saldırgan taşeronun adı "gösterici" veya "muhalif" olunca, paravan örgüt BM'nin genel sekreter ünvanlı palyaçosuna da, "gördükleri karşısında dayanamayıp, artık yeter!" diye isyan eden insanlığın vicdanı rolünü oynamak düşüyor. Elde silah, sokaklarda Suriye halkına saldıran kafadan bir tahtası eksik Suriye yönetimi resminin, ne farkı var, sabah-akşam "Esad rejimi"ni "göstericilere karşı şiddet kullanmaktan vazgeçmeye çağıran" sömürgeci terörist ülkelerin elebaşılarının çağrılarındaki Suriye'den? En beter "haber" örneği olmasa da, kullanılan bütün tabirleriyle, tipik bir El Cezire, CNN, BBC dili.

Irak, Libya, Suriye, bu ülkelere yönelik istilaların ve istila teşebbüslerinin aslında tek bir yeniden sömürgeleştirme projesinin aşamaları olduğunu hem biliyorlar, hem de o ülkelerin istilacılara istiklal savaşıyla karşılık veren vatansever lider ve yönetimlerine, o sömürge tipi şekli demokrasi saplantısı yüzünden, bırak destek sunmayı, eğer katledilirlerse seviniyorlar. Geçen gün gözüme çarpan, sanırım Özcan Pehlivanoğlu imzalı "İsrail Ellerini Oğuşturuyor" başlıklı yazıda olduğu gibi;

"ABD; Irak'ta iş başına getirdiği Saddam'la önce bölgedeki Türkmen(Türk) varlığını ezdi, kürt ve arap'ı birbirine düşürdü ve sünni ile şii arasında kan davası oluşturdu. Sonra Irak'ı İran'la savaştırıp, İran'ı meşgul etti ve güçsüzleştirdi. Daha sonra da Saddam'ı, Kuveyt'i işgale ikna etti sonra da bir kahraman edasıyla ve televizyonlarda naklen yayınlanan bir savaşla Kuveyt'in üstüne kondu ve dünyaya bir gözdağı verdi. Ve nihayetinde, kendisine hizmette kusuru bulunmayan Saddam'ı hizmetlerinin mükafatı olarak darağacında sallandırdı. Böylece Irak'ın üzerine konmak ve demokrasi getirmek suretiyle başta Iraklılar olmak üzere bütün dünyayı biyolojik ve nükleer silah tehtidinden kurtarmış (!) oldu. İşte susuz getirip susuz götürmek herhalde böyle bir şey olsa gerek!"

Hep aynı yaveler... Vaktin Irak yönetiminin yanında yer alıp vatanlarını savunmak yerine, Barzani'yle, Talabani'nin kuyruğuna takılıp, Türkmenleri 2003 Saldırısına alet eden etnikçi bezirganları sorumlu tutacağına, o bildik "Canavar Saddam" yaveleri. "ABD, Irak'ı İran'a saldırttı!"..."Türkmenleri kesti!"

20 yıl sonra dahi, hala aynı hurafeleri tekrarlayan Türk okumuş-yazmış takımını görseydi, Einstein o sözleri yine söylerdi ama biraz uzun söylerdi; "Bir ön yargıyı değiştirmek atomu parçalamaktan daha zordur; fakat dünyanın bütün ön yargıları bir araya gelseler, toplam dirençleri, Türk okumuş-yazmış takımından sadece birisinin Irak saplantısı yanında helva gibi kalır"

Bir başka yazıdan bazı cümleler;

"Kaddafi gibileri önce bombalayıp sonra yola getirecek, petrol anlaşmalarıyla işine bakacaksın"... "Kaddafi'nin her biri kendine özel orduya sahip oğullarından Hamis, kendi halkını kana boğarken, Beyda kentinde, Uganda ve Zimbabwe'den getirtilen paralı askerlerden de yardım aldığı ajanslara düştü"... "Yahu bunlar değil miydi, Mübarek'i, Kaddafi'yi, Bin Ali'yi, Prens Salih'i ve daha nicelerini abad eden?"..."Deli diktatörlerin sonu geldi. Arap ülkelerini artık akıllı bankerler yönetecek"... "Kumar ekonomisiyle ve savaş çıkararak dünyaya hakim olmaya çalışan Washington, İngiltere'yi suçluyor. '2007'den beri bir yığın ticari anlaşmayla Kaddafi'yi sen meşrulaştırdın!'..."... "Kaddafi'nin saray/çadırı da geçmişte kaldı. Tunus'da Zeynel Bin Abidin'in koltuğu ABD damgalı generallerin altında!"

Daha Şubatın 25'i! Ne bu daha o günden Kaddafi'yi geçmiş ilan etme telaşı?!

AB-D'yle, sevri-etnikçi erkete rejimin silahlandırdığı Nato taşeronu döküntülerin, sırtlarında Amerikan bayrağından pelerin, Bingazi'de sahneye sürüldüğü Şubat ayında Banu Avar'ın yazdığı bir yazıdan aktardım bu cümleleri... Kurbanın yanında, adeta uğradığı tecavüze bütün gücüyle karşı koyduğu için yer almayarak, belki çaktırmadan ya da farkında olduğunu farkına varmamışçasına o tecavüze "Oh, oh! bir diktatör bozuntusu daha devrildi!" diye nasıl tempo tutulur sorusunun cevabı böylece verilmiş oluyor.

Kaddafi'nin, Afrika Birliği'ni, Afrika Birleşik Devletleri'ne çevirmek için çalışmasına; petrolü batıya, dolar ve euro yerine, yeni para birimi karşılığında satmak için Afrika'da ortak para birimine, Afrika Dinarına geçme girişimlerine; kısaca Afrika kıtasının batı tarafından yeniden sömürgeleştirilmesine karşı yıllardır mücadele etmesine bir teşekkür borcu olarak, Afrika kıtasının dört bir yanından Libya'ya yardıma gelen Afrikalı vatansever devrimci gönüllülerin "Uganda ve Zimbabwe'den getirilen paralı askerler" olarak karalanması, "Kaddafi'nin her biri kendine özel orduya sahip oğulları" tekerlemesi gibi, esasen AB-D Popaganda Makinesine bağlı ajansların dilidir. Zamanında Irak Devlet Başkanı Şehit Saddam Hüseyin'in, leş kargalarına karşı yine babaları gibi vatanlarını savunurken şehit düşen iki oğlu Uday ve Kusay'a da böyle iftiralar atmışlardı. Kaddafi'nin oğulları başlarında bulundukları ordularıyla vatanlarını savunmaya devam ediyorlar. Attila İlhan'ın, Saddam bakışının hakim olduğu Irak'la, Kaddafi hakkında "Bunlar tam bağımsızlıkçı yönetimler, liderler; Mustafa Kemal Paşa'nın anti-emperyalist çizgisini izliyorlar" diye not düştüğü unutulmasın. Bir şey mi var?




- Güncel Meydan sitesinde Türk Ulusuna Çağrıdır: Hazır olun! başlıklı bir çağrı var, onu söyleyecektim

- Bu kafayla mı? 91'de, 2003'te Irak yönetimine, bugün Libya'ya yamuk bakanların niyetlerini sorgulamıyorum ama bunlar Mustafa Kemal ******'ün yanında olsalardı, "Ya İstiklal, Ya Ölüm!" dedirtmezlerdi. Hatta "Ya sen nasıl insansın, Lenin gibi eli kanlı bir diktatörle nasıl müttefik olursun? Afrikanın gayri medeni bedevileriyle, Orta-Asya'nın anti-demokratik aşiretleriyle nasıl dost olup, yardım kabul edersin?!" diyerek adamı tımarhanelik ederlerdi.

Etnikçi korkusundan kurtulmak şart. Geçtiğimiz 1 Mayısta, öğrenciler, öğretmenleriyle birlikte, şuradan geçiyorlardı. Önde yürüyen öğretmenlerden biri, gözleri yuvalarından uğramış bir halde, telaş içinde koşup, arkaya geldi; "Hocam, yabancı turistler bizi izliyor! Eksiğimiz var!", "Nedir?", "Keldanice Yaşasın 1 Mayıs Bayramı diye yazmayı unuttuk!", "Niye yazacakmışız?" "Şık dururdu, şimdi bizi Türk millyetçisi sanacaklar!".

Hangi meseleğe mensup olursa olsun, kendisini Türk Milletine mensup hisseden herkes, her ortamda sesini yükseltecek asla sinmeyecek!




- Efendim, bir cazırtı var?

- Parazit mi? Metalik dinleme sesi mi?




- Sağanak yağmur sesi

- ?




- Evin içinden geliyor gibi? Ateş mi yanıyor?

- Mutfak!




- Darbehan Bey!

- ...




- Darbehan Bey!

- ...



MHA
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
PROF. DR. DARBEHAN GÖKTÜRK TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİNİ DEĞERLENDİRİYOR
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» DARBEHAN GÖKTÜRK'TEN
» Win. Xp Prof...
» dünya bir inkılap bekliyor
» ABD PARÇALANMA SÜRECİNDE
» Ekonomik Dünya nin Iflasi..

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
AKINCILAR :: UMUMİ :: Siyaset :: İç Oluş-
Buraya geçin: