Posted by Mukaddim Com
[img]
http://img.blogcu.com/uploads/chechnia_dudayev1.jpg[/img]Mehmed Ali Bayram
ÖLÜRKEN
“Hikâyemiz sert iklimlerin, sert insanlarının memleketinden… Göğe kurulmuş bir merdiven gibi yükselen dağlar uçsuz bucaksız serilişleriyle insana hayretten dona kalmış bir vaziyette burada dağdan başka bir şey olmadığına yemin ettirebilir. Dağların tepesine kurulmuş, kartal yuvasını hatırlatan dağ evlerini gören bir yabancı, köy halkını görmeden burada insanın yaşayabileceğine asla inanamaz.
Kışın şiddetli soğuğunda, yazın kavuran sıcağında kendine hayat hakkı bulabilmiş inatçı bitki örtüsü. Yıllardan beri yok edilmeye direnen bu dağ insanlarının inatçılığı hakkında fikir verebilecek yegâne misal halinde dağ sırtlarında bütün aksiliklere rağmen var olabilmenin hazzıyla salınır dururlar. Burası hakkında son bir ayrıntı; Burada köylerin girişinde olan mezarlıklar kadınlar içindir. Erkekler, hep evlerinden uzakta, cephede gömülürler.
Burası Çeçenya. Tabii şartlarla boğuşan bu yiğit insanlar. 1700’lü yıllarla birlikte memleketlerini işgal eden Moskof ayısıyla da boğuşmak mecburiyetinde kalmıştır. Son derece dindar olan, Çeçen halkı, İmam Hane İmam Mansur ve İmam Şamil gibi kahramanların önderliğinde din gayretiyle destanlık bir mücadele başlatmış Sürgünlere, katliamlara rağmen de asla vazgeçmemiştir. İşte oradan, Çeçenya’dan bir hikâye; “Ölürken..!”
“2000 senesinin Ocak sonlarıydı. Günlerden beri kısa aralıklarla yağan kar bembeyaz rengiyle her yanı kuşatmıştır. Dağlar, yollar, ağaçlar her şey ama her şey nasibini almıştı bu kuşatmadan. İnsanın nefesini kesen soğuk rüzgâr, yer yer kordan tepecikler oluşturmuştu. Islık sesini (hatırlatan) andıran uğultusu, ötelerden kopan şiddetli bir çığlığın buralara ulaşan devamıymış gibi esrarlı ve ürkütücü bir hava veriyordu, dinleyen kulaklara. Adeta göz alabildiğince uzanan kardan bir çöl manzarası.
Eski bir karakoldan bozma Rus karakol binası geçen yılların darbesiyle ilk günlerindeki tazeliğinden uzak eski bir görünüm arz ediyordu. Pencerelerine takılan çelik kafes her binanın garib görünüşünü ve kasvetini bir kat daha artırmıştı. İkinci kat pencerelerinin tekinden sarkan kirli Rus bayrağı, buradaki Rus askerlerinin buradan çekip gitme arzusu dışında tıpkı eski bina gibi hiçbir şeyi kâle almamalarının nişanı halinde sallanıyordu.
Ortalığın yavaş yavaş aydınlanması ile birlikte diğer miskin günlerinin aksine karakolda yoğun bir hareketlilik başlamıştı. Komutanlarının emriyle oradan oraya koşturan askerler. Karakolun etrafını çevreleyen tel örgülerin dışındaki kalabalık nöbetçi timleri bugünün karakol için özel bir gün olduğunu gösteriyordu.
Karakolun ana kapısından yaveri ile birlikte çıkan karakol komutanını gören genç bir teğmen koşarak karakol komutanının yanına gitti. Sert bir şekilde selam verdikten sonra karakol komutanı olan albayın sakin bir sesle peş peşe sıraladığı emirlerini, her emrin sonunda anladığını belirten bir baş hareketiyle dinledi. En sonunda da söyleyecekleri biten albaya aynı sertlikte selam vererek; “Emredersiniz efendim!” dedi.
Albay arkasına dönerek, genç teğmenin kendisine imrenen bakışları altında hızlı adımlarla tekrardan karakol binasına girdi. Albay gözden kaybolana kadar bekleyen genç teğmen, iyicine emin olduktan sonra sinik halinden sıyrılarak kurumlu bir edayla az ilerisinde bekleyen birliğine döndü ve bir el hareketiyle yanına gelmelerini işaret etti.
Başlarındaki çavuşun ardından nizami adımlarla kendine doğru yürüyen birliğini dalgın bakışlarla seyreden genç teğmen, şüphesiz kendini o an yeni bir “Napolyon” zannediyordu. Karakol binasının önüne gelen birlik, iri yarı çavuşun; “Kıt’a dur!” diyen gür sesiyle, bir makinenin çarkları gibi aynı anda oldukları yere çakılıverdi. Ablak suratlı erler, ürkek bakışlarla genç teğmenlerini süzüyorlardı. Hiyerarşik düzenin vazgeçilmez kuralıdır: Alt’larına karşı aslan kesilen bu insanlar, üstlerinin yanında bir kedi kadar uysal ve korkaktırlar!
Genç teğmen, içeriden çıkan bir erin ayak seslerini duyana kadar, birliğindeki erleri ezici bir bakışla izledi. Onlardaki tek bir disiplinsizliğin kendisine leke süreceğinin farkındaydı. Bu yüzden son derece katı ve müsamahasızdı tavırları.
İçeriden çıkan erin selamını laubali bir şekilde aldı. Ve onun konuşmasına fırsat vermeden aceleci bir sesle; “Tamam mı?” dedi.
- “Evet efendim! Üsteğmen gelip alabi…”
- “Tamam, tamam!”
Genç teğmen alacağı cevabı almış, gerisini dinlemeye lüzum görmemişti. Çavuşa dönerek tok bir sesle; “Çavuş” dedi.
Çavuş, daha önceki tekrarlardan edindiği tecrübeleriyle, teğmenin “çavuş” diyen sesini duyar duymaz önceden iki hazırladığı iki eri de peşine takarak diğer birlikteki askerin ardından karakola girdi. Teğmen birlikteki diğer askerlere de; “Siz de şöyle bir koridor yapın!” diyerek karakol kapısından az ileride ard arda dizilmiş kamyonlara kadar eliyle bir yarım ay çizdi. Telaşla, gösterdiği yerlere dizilmeye çalışan askerlere; “Sen şuraya, sen buraya!” diye emirle yağdırıyordu. Tam önünde soğuktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş ufak-tefek bir erin nerede duracağını kestiremeden beceriksizce dikilişini görünce, kan beynine sıçramış bir vaziyette askerin kolundan çekiştirerek; “Şuraya geç, şuraya aptal herif!” diye hışımla bağırdı.
Onu da yerine yerleştirdikten sonra birkaç adım geriye çekilerek, tüfekleri çapraz duruştaki askerlerine bir göz attı. Tamam olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki hiçbir şey söylemeden dönüp karakol kapısının önüne gitti. Kapının önünde, dışarıya çıkmakta olanlarla göz göze geldi. Çavuşun ardından gelen iki er, elleri arkadan kelepçelenmiş, 17–18 yaşlarında, incecik elbisesi yer yer yırtılmış, baştan ayağa hemen her yanı ıslanmış birinin kollarına sımsıkı yapışmış, sürükleyerek dışarıya çıktılar. İki Rus askerinin aksine daha koyu tenli olan tutsağın bir Çeçen olduğu hemen anlaşılıyordu.
O kadar zayıf düşmüştü ki, bacakları artık onu taşıyamıyordu. Kollarından çekiştiren askerler bıraksa olduğu yere yığılıverecekti. Solgun yüzünde kalan tek hayat emaresi, kan çanağına dönmüş gözlerinin üstünde inip kalkan göz kapaklarıydı. Bir karış ardında sürünen çıplak ayakları mosmor olmuş bir vaziyette geçtiği yerlere incecik bir çizgi halinde kandan iz bırakıyordu.
Arka kapısı sonuna kadar açık olan kamyonun kasasına çevik bir adımla sıçrayan çavuş, iki askerin yerden uzattığı tutsağı gövdesinden kaptığı gibi yukarı çekti. Diğer iki askerin çıkmasını beklemeden tutsağı tek başına sürükleyerek mahkûmlar için ayrılmış özel bölmeye getirdi. Ve tam kendisinden beklenen hayvanlıkla, günlerce gördüğü işkence neticesi ölme noktasına gelmiş bulunan Çeçen tutsağı yüz üstü demir zemine fırlattı. Sonra da bölme kapısını kapatarak kilitledi.
Kulaklarında iri yarı çavuşun ve hempasının kahkahaları çınlayan yaralı tutsak, güçlükle toparlanarak dizlerinin üstüne çöktü. Yüzünde ne acı, ne dehşet, ne de kin. Hiçbir histen iz yoktu. Günlerce yaşadıkları bütün bunları alıp götürmüştü, tazecik bedeniyle birlikte. Dünyaya medeniyet getirdiğini ileri süren “Belhüm adalar – hayvandan aşağılar”, en vahşi hayvanı bile yapamayacağını yapmışlardı medeniyet adına milyonlarca cana işkence tezgâhlarında. Bir yandan insan soktuklarını, öteki yandan..?
Çeçen tutsağın kendisi için ayrılan bölmeye kilitlenmesiyle askerler de kamyonlara doluştu. Bütün askerlerinin yerleşmesini sonuna kadar bekleyen genç teğmen bu iş bitince en önde bekleyen araca bindi ve Sovyetler döneminden kalma kamyonların bir dev homurtusunu andıran gürültüsü ile arkalarında simsiyah bir duman bırakarak yola çıktılar.
Araç konvoyunun nizamiye kapısından geçip dağ yoluna girmesiyle komutanlarının yanında hissiz bir robot edasında duran askerler, başını çavuşun çektiği hiçbir insanın başka bir insana söyleyemeyeceği kelimelerin geçtiği iğrenç bir muhabbete daldılar. Bu ortamın dışındaki bir insanın, bu konuşmaları herhangi bir bölümünü bile duyması midesindekileri sonuna kadar çıkarması için yeterliydi. Askerler, sapıkça konuşmalarının arasında çeçen tutsakla ilgili birkaç cümle eklemeyi ve ardından da böğürtüye benzer bir kahkaha atmayı da ihmal etmiyorlardı;
- “Çavuş! Bu dağlıyı Sibirya’ya mı gönderiyorlar?”
- “Daha da soğuk bir yere, dostum!”
Bölmenin arkasında, bu konuşmalara kulaklarını tıkamış çeçen savaşçı başını arkasına yaslanmış, bir rüyaya dalmış gibi dış dünyadan hiçbir şey görmeyen boş bakışlarını tavana mıhlamıştı. Kırık camlardan giren soğuk rüzgârın tesiriyle arada bir şiddetli bir titremeye tutuluyordu. Öylesine bir his iptaline uğramıştı ki her yanı, soğuk karşısında üşüdüğünü hissedip kendi kendine sokulmayı bile düşünemiyordu.
Tavana dikilmiş gözleri kısa bir an karşısındaki küçük cama takıldı. Yol kenarındaki kurumuş ağaçlar bir görünüp bir kayboluyordu, hareket halindeki kamyondan. Ayağa kalkıp camın önüne gitmek istedi fakat şişmiş ayaklarının üstüne basar basmaz acıyla kalktığı yere yığıldı. Kim bilir belki de, nerede biteceğini bilmediği bu yolculuğu sırasında son bir kez görmek istedi memleketini. Fakat tükenmiş kendi bedeni, müsaade etmemişti bu son isteğine. Derin bir tevekkülle büktü boynunu, çaresizliği karşısında.
2.BÖLÜM
Konvoy, karakoldan 25 mil uzaktaki 200 haneli C…… ‘e köyüne, uğursuz bir habercinin lanetli adımlarıyla girdi. Köylülerin merak ve nefret dolu bakışları arasında köyün tam ortasından geçen mıcır yolu insanın içini gıcıklayan bir uğultuyla aşarak, sabah namazından çıkan cemaatin çoktan boşalttığı köyün minaresiz, küçük camiinin önünde durdu.
Kışın ölü güneşi insanı ısıtmaktan uzak zayıf bir ışık saçıyordu köy meydanına. Çatılardaki kara çarpışı, aynadan akseden bir görüntü şeklinde ışıktan oluşan bir renk cümbüşü meydana getiriyordu. Sabah namazı çıkışı evlerine gitmeden köy kahvesinde bir kahve içip, kendi aralarında laflamayı âdet haline getirmiş ihtiyarlar, Rus konvoyunun caminin önünde durması üzerine dışarıya çıktı. Hepsinin kafasında “Allah hayır getirsin” duasının ardından gelen bin bir ihtimal uçuşuyordu.
Aracından inen genç teğmen, ansızın yüzüne çarpan soğuk havayla kısa müddetli bir şok yaşadı. Vücudu kaskatı kesilmiş, karşısında dikilen ihtiyarların duyamayacağı kısık ve sinsi sesiyle yanındaki erin kulağına bir şeyler söyledi. Er koşar adımlarla arkadaki kamyonlara giderken kendisi de kısa adımlarla ileri geri yürümeye başladı. Görmeye tahammül edemediği ihtiyarlardan, bakışlarını her ne kadar kaçırmaya çalıştıysa da göz göze gelmekte yine de kurtulamadı. Köyün yaşlılarını süzen kibirli bakışları, İslam mabedine kaydıkça bastırılması imkânsız tarihi bir kinin körüklediği kuduz bakışlara dönüşüyordu. Asırlarca kendilerini uğraştıran bela hep bu taş duvarların içinde yeşermişti. Ve bu taş duvarları ruhuyla beraber köküne kadar kurutmadan bu savaşı kazanmanın imkânı yoktu ona göre!
Genç teğmen biraz önce gönderdiği askerin geri gelmesiyle, birkaç adım öne çıktı. Sıra halinde dizilmiş askerlerine ve onların etrafında birikmiş kalabalığa baktı. Ne olacağını merak eden köylüleri daha fazla bekletmek istemezmiş gibi, yanındaki ere; “Tamam, indirin!” dedi. Teğmenden emri alan er. Çeçen tutsağın olduğu kamyona giderek, kendisinden haber bekleyen çavuşa; “Tamam, alıyoruz!” dedi. Çavuş bölmenin üstündeki deliklerden hiç kıpırdamadan oturan Çeçen savaşçıya bir göz attıktan sonra, gürültüyle kapattığı kapıyı yine aynı gürültüyle açtı. Arkasında dikilen erlerden iki tanesine başıyla içeriyi işaret etti. Onlar, Çeçen tutsağı almak için içeriye girerken, diğerlerine de; “Haydi! Siz de aşağıya inin!” dedi.