Kumandan Carlos'un Kitabı: Söz ‘Çakal Carlos’ta
Kumandan Carlos'un Yeni Kitabı Çıktı: Söz ‘Çakal Carlos’ta
28 Kasm 2010
Söz ‘Çakal Carlos’ta - İFŞÂLAR-KONUŞMALAR-YAZILAR
Batılı istihbarat servislerini ve Mossad’ı tam 25 yıl peşinde koşturan ve tam yakalandı denirken her seferinde onları dahice atlatan, hakkında sayısız kitap yazılıp birçok film çekilen, 1994’te Sudan’da yakalandıktan sonra 16 yıldır
Fransız hapishanelerinde yatmakta olan 20. yüzyılın efsane devrimci lideri “Çakal Carlos” (Venezüellalı kimliğiyle Ilich Ramirez Sanchez), bu kez Türkiye’yi merkeze alan ama tüm dünyayı sarsma potansiyeli olan iddia, ifşaat ve tezlerle dolu bir eserle çıkıyor karşımıza. Kitabın arka kapağındaki şu sözleri, karşımızdaki kişinin “kim” olduğunu anlatıyor:
- “16 yıldır Fransa’da cezaevindeyim. Peki 16 yıl önce ne olmuştu? Sudan’da Üsame bin Ladin, Ebu Nidal ve İmad Mugniye'yle beraber, 60 kadar Sudan gizli servis görevlisinin gözetim ve koruması altında hayatımızı sürdürüyorduk. Ve birgün, gözlerimi Fransa'da, CIA ve Fransız gizli servis yetkilileri karşısında açtım. Beni satmışlardı. Kimdi peki sorumluları? Sudan’daki rejimin başı Ömer El-Beşir ve kliği tarafından CIA’ya satıldım. Parayı, CIA’ya teslim edilmem karşılığında, petrodolarlarıyla Suudîler ödedi.”
Tahkim yayınları arasından çıkan SÖZ ÇAKAL CARLOS’TA adlı eserinde Carlos, merkezine Türkiye’yi alarak günümüz dünya siyasetine ve Türk dış politikasına bakışını sergiliyor, bu arada kıta kıta ülke ülke bugünkü dünyanın analizini yapıyor. Türk-Kürt ve laik-dindar kutuplaşmasını aşmak için Türkiye’nin yapması gerekenleri, Türkiye’nin bugünkü sancılarının tarihteki düğüm noktalarını, problemlerini çözmüş bir Türkiye’nin muhteşem geleceğini, Ak Parti iktidarına yönelik eleştirileri yanında olumlu gördüklerini tespit ediyor. Yanısıra, Salih Mirzabeyoğlu, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi Türkiye’de yakından takip ettiği siyasî şahsiyetlerle, Amerikan emperyalizmi ve İsrail'in siyonist saldırganlığına karşı Türkiye’nin bölge liderliğinde şekillenecek yeni dünya düzenini, Kemalizme ve Türk ordusuna dönük değerlendirmelerini, İslâm ve Kapitalizmin yanısıra Komünizme yaklaşımını, bakış açısıyla tutarlı ve farklı bir üslupla ifade ediyor.
Kitabında sadece enttellektüel görüşler beyan etmiyor Carlos. devrimci hayatı boyunca vakıf olduğu birtakım “gizli” dosyaların kapaklarını da aralıyor.
Bu çerçevede, dünya gündemindeki gelişmelerin basına yansımayan tarihî ve stratejik arka planını, Doğuda ve Batıda öne çıkan siyasî şahsiyetlerin gizli özgeçmiş ve siyasî ajandalarını, İsrail’e karşı Filistin’de başlayıp Avrupa şehirlerine taşıdığı silahlı mücadelesindeki bilinmeyenleri, birçoğu bugün de yaşayan devlet başkanlarıyla olan bağlantılarını, Üsame Bin Ladin ve Ebu Nidal’den Nurettin Güven’e yasadışı dünyanın meşhurlarıyla olan gözlemlerini, Mehmet Ali Ağca’yı nereden tanıdığını, hangi Türk militanın bir Mossad ajanını Paris’te bıçaklayıp öldürdüğünü, Türk Solcuları ve Ülkücüler kadar İslâmcı Türklerle bugüne dek şahıs veya teşkilât seviyesinde kurduğu ilişkileri ve daha birçok şeyi, Türkiyeli avukatlarına ve gazeteci dostlarına olanca samimiyetiyle açıklıyor.
Kitabı okuyanların belki en çok şaşıracakları nokta, Carlos’un, Türkiye başta olmak üzere, her ülke hakkında sahip olduğu müthiş bir tarih bilgisi yanında, çok yönlü bir entellektüel formasyonuna sahip bir insan diliyle konuşması.
Kitabı okurken, karşınızda konuşanın bir efsanevî bir gerilla Lideri olduğunu çoğu zaman unutuyor, kendinizi bazen bir siyasî analist, bazen bir tarihçi, bazen bir iktisatçı, bazen bir sosyolog, bazen bir antropolog, bazen de bir hukukçuyu dinler gibi bir entellektüel tad hissediyorsunuz.
“Çakal Carlos”, hâlen bir Fransız cezaevinde, AB-D emperyalizminin kestiği müebbet hapis cezasını tek kişilik bir hücrede tecrit altında çekiyor olsa da, “hasımları” tarafından henüz “işi bitirilmiş bir düşman” olarak görülmüyor.
Carlos’un tâbiriyle, kendisiyle “hiç kesintisiz uğraşılıyor”. Kitabın arka kapağındaki şu sözler de ona ait:
- “Ben alelâde bir siyasî mahkum olarak görülmüyorum ve günün birinde öldürüleceğimi de biliyorum. Bir çok kişi benim yok edilmemi çok istiyor ve o günü dörtgözle bekliyor. Ben ise ‘yaşayan bir şehit’ olarak hâlâ hayattayım ve mücadeleme devam ediyorum. Ayrıca Bundan şeref de duyuyorum. Bu konuda örnek olmaya ve başkalarını da direnişe yüreklendirmeye son nefesime kadar devam edeceğim.”
Kitabın künyesi şöyle:
SÖZ ÇAKAL CARLOS’TA
İfşâlar-Konuşmalar-Yazılar
Yazar: Ilich Ramirez Sanchez
Carlos’la Görüşmeler:
Gazeteci Fazıl Duygun
Avukat Güven Yılmaz
Gazeteci-Tercüman Hayreddin Soykan
Avukat Ahmet Arslan
Çeviren: Hayreddin Soykan
Yayınevi: Tahkim
Yayın Yeri: İstanbul
Yayın Yılı: 2010
I. Basım, 3000 adet
ISBN: 978-605-882-520-8
Karton Kapak, 356 Sayfa
15 × 23 cm
İrtibat adresi:
TAHKİM Yayıncılık ve Dağıtım Limited Şirketi
Merkezefendi Mah. Mevlana Cad.
Tercüman Sitesi, Platin B-1 Blok, Daire 8
Zeytinburnu-İSTANBUL
Telefon: 0212 664 20 70
Faks: 0212 664 20 65
GSM: 0555 821 51 61
E-posta:
tahkimyayinevi@gmail.com KUMANDAN CARLOS/ILICH RAMİREZ SANCHES'İN BİYOGRAFİSİ
Ilich Ramirez Sanchez veya asıl isminden daha çok biliinen lakabıyla Çakal Carlos. Venezüella doğumlu “efsâne” gerilla kumandanı. 1994 yılında yakalanana kadar rekor sayıda yasadışı eyleme imza atan Carlos, 1949 yılında Marksist bir ailenin oğlu olarak Venezüella'nın Karakas şehrinde dünyaya geldi. Londra ve Moskova’da üniversite eğitimi gördü. Uzun bir dönem Marksist gençlik örgütlenmelerinin içinde yer alan Carlos, 1975 yılında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kamplarında eğitim alarak İsrail'e karşı savaşmaya başladı. Daha sonraki yıllarda İsrail hükümetine karşı verdiği mücadeleyi Batı'nın büyük şehirlerine taşıyan Carlos, İsrail’le ilişkisi olan birçok kişi ve kuruluşa silahlı ve bombalı saldırıda bulundu. 1980 yılında dünyanın en çok aranan adamı olarak ilân edilen Carlos, CIA, Mossad, Interpol ve Fransız istihbaratını birçok kez atlattı. Arandığı dönemde dünyanın birçok ülkesine sahte kimliklerle seyahat etti. Özellikle 1980'li yılllarda yaptığı eylemlerle adını duyuran Ilich Ramirez Sanchez hakkında birçok kitab yazılırken, hayatı da defalarca kez filmlere konu oldu. Carlos'un en önemli eylemlerinden birisi de Viyana'daki OPEC toplantısında, aralarında 10 petrol bakanının da bulunduğu 70 kişiyi rehin alması ve olay sonrası rehineleri Cezayir'e kaçırmasıydı. Carlos, 25 yıllık bir kovalamacanın ardından 1994 yılında CIA, Mossad, Fransız, Sudan ve Suudî Arabistan istihbarat örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri bir operasyonla yakalandı. Mahkeme sonrası müebbed hapis cezasına çarptırılan Carlos, yargılanma esnasında tanıştığı avukat Isabelle Coutant-Peyre ile evlendi. 1975'de müslüman olan ve Salim Muhammed adını alan Carlos’un Devrimci İslâm adıyla Türkçeye çok kötü bir şekilde çevrilmiş bir kitabı daha bulunuyor.
SÖZ ÇAKAL CARLOS’TA KİTABINDAN SEÇMELER
Uzun yıllar önce, 1970’lerde, ASALA mensubu yoldaşlara şöyle demiştim:
“zamanında Sabetayistlerin yaptığı yanlış işlerin dâvâsını unutunuz. Şimdi yeni bir Türkiye var.”
İşte şu ândan sonrası için de yeni bir Türkiye varolacaktır. Toprak olarak değil ama eşit haklar bakımından herkesin hakkını aldığı ve saygıdeğer olduğu bir çağ açılacaktır. Türkiye bundan sonra bir NATO ajanı olmayacaktır. Türkiye içinde herkesin eşit hakka kavuştuğu noktada, tüm bu baş ağrıtan iç çatışmalar da sona erecektir. Kürtler meselâ, kavim olarak binlerce yıldır o topraklardalar. Onlar da hak ettikleri saygıdeğer mevkii aldıklarında, herkes eşit vatandaş olacak, hattâ Müslüman olmayanlar dahi hilafet zamanında sahib oldukları haklara tekrar kavuşacaktır.
Bu sebeble, Türkiye, önce kendi sınırları içindeki meselelerini çözüme kavuşturmalı, hemen akabinde Arab kardeşleriyle bağlarını tesis etmelidir. Osmanlının son zamanlarındaki menfîlikler, artık sözkonusu değildir. İran’la zaten problem çıkmayacaktır.
Avrupa da, bugüne dek ayrımcılığa tâbi tutup uşak muamelesi yaptığı insanlarımızın emeğini sömüremeyecektir bundan böyle. Biliyorsunuz ki, savaştan sonra yıkılan Avrupa’yı yeniden imar eden Türklerin emeğiyle İtalyanların emeğidir. Bu bir hakikattir. Türkiye Batı’ya, onların alıştığı bir uşak olarak değil, tarihte gördükleri saygıdeğer bir örnek olarak muhatab olmalıdır artık.
Türkiye, işte bu noktada tarihine dönmeli, bu muhteşem gücünü görmeli, bir Türkçe konuşan milletler konfederasyonuyla belki, yeniden tarih sahnesine şanlı bir çıkış gerçekleştirmelidir. Türkiye tarihî rolünü yeniden üstlenmelidir.
•
Bu arada, yeni bir Dışişleri bakanınız oldu. Anladığım kadarıyla, Sayın Ahmed Davudoğlu iyi bir insana benziyor. Ümid ediyorum, bağımsız bir Türk dış politikasına liderlik edecek, hür bir Türkiye’ye doğru adımlar atacak, böylelikle NATO’dan çıkılıp Osmanlı imparatorluğunun muhteşem geçmişini hatırlatan bağımsız bir istikamette yol alınacaktır.
•
Tabiî ki, Osmanlı rejimi bugün itibariyle artık "eski moda" kalmıştır. Yâni, sultanlar, vesaire. Lâkin, Osmanlı'nın, bünyesindeki unsurların diniyle, diliyle, kültürüyle, kimliğiyle, âdetiyle uğraşmayan, bunlara saygıyla yaklaşıp, asıl siyasî sadakate, merkezî güce olan bağlılığa kıymet veren tavrı bugün de örneklik bir değer arzetmektedir. Rafael de Nogales Mendez gibi Venezüellalı bir subayın, I. Dünya Savaşı'nda gelip emperyalistlere karşı Osmanlı ordusunda savaşması, Van şehrinin müdafaasında kumandanlık yapması, sonra Bağdad'ta idarecilik yapması, derken Sina'da İngilizlere karşı savaşması başka neyle açıklanabilir?
Böyle bir Osmanlı anlayışı, elbette emperyalist güçlere karşı savunulması ve yükseltilmesi gereken bir mevzi olacak, dünyadaki tüm antiemperyalistler tarafından hiç şübhesiz her şartta savunulacaktır. Bir diğer ifadeyle, Batı emperyalizmine karşı bayrak açmış ve Osmanlı ruhunu kuşanmış bir Türkiye, tüm dünyada objektif biçimde tüm antiemperyalistlerin tabiî müttefiki olacaktır. Bölgesinde büyük olmak için, böylesi büyük bir idealin bayraktarı olmak gerekmektedir. Yoksa, milliyetçi Arabların düştüğü durumları tarihten biliyorsunuz. Güya, millî haklarını istediler. İngilizlerle işbirliğine girdiler. Fakat ne oldu? Tüm bu bölünüp parçalanmış Arab toplulukları, İngilizler için akıllıca yollarla manipüle edilebilir kolay bir yem ve kullanışlı bir âlet oldu. Şimdi tamamen bölük pörçük vaziyette, hiçbir ciddi teşebbüste bir araya gelemeyen, kendi sunî sınırları dahilinde halkına zorbaca tahakküm eden devletçikler çıktı ortaya.
Gelmek istediğim yer şurası: Başta sözünü ettiğim ve müsbet bulduğumu ifade ettiğim "Kürt açılımı", Türkiye için böyle bir birleşme ve bütünleşmenin ilk adımlarındandır ve değeri de belirttiği bu doğru istikamet bakımındandır. Yoksa, netice şu veya bu olur, Amerika'nın geride başka bazı planları olur, bunlar ayrı bahisler. Açıkçası, bu müsbet teşebbüslere tavır alan Türk milliyetçileri de şunu unutmamalıdırlar ki, "Büyük Türkiye" olmanın yolu buralardan geçmektedir ve bunun alternatifi, "Büyük Türkiye" olmak değil, kendi kendisiyle boğuşan ve dışarıda da Batı emperyalizmine hizmet eden, bilhassa Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarlarını koruyup kollayan bir "devletçik" olmaya devam etmektir. Bu mudur istedikleri?
•
“Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı” hâdisesinde ABD’ye karşı “hükümet seviyesindeki” itirazların niteliğine gelince... Bu, gerçek değil, sun’î bir itirazdır. Bir kere, Türk hükümeti ABD’ye son haddiyle bağlıdır. Obama’yı kasdetmiyorum, başına kim geçerse geçsin, rejim olarak, devlet olarak ABD’ye son derece bağlıdır Türkiye. İslâmî bir tonu olmuş olmamış hiç farketmez, Erdoğan da bu bakımdan ABD’ye çok yakındır.
Sözde Ermeni soykırımı hâdisesi, bazı Ermeni milliyetçileri tarafından öne çıkartılan, aynı şekilde sun’î bir meseledir. Bu Ermeni milliyetçileri ki, bundan yüzyıl kadar önce Türk hükümetini yâni Jöntürkleri üzerlerine kışkırtan, onları cevab vermek zorunda bırakan ve Ermeni katliâmlarına sebebiyet veren Ermenilerle aynıdır. Bu mesele, Osmanlılar tarafından bir çözüme kavuşturulmuştu aslında. Suçlular cezalandırılıp idam bile edilmişlerdi. Diğerleri de ya suçlandırılmış yahud Türkiye’den kaçmak zorunda bırakılmışlardı. Tarihten bildiğimiz şu malûm (İttihatçı) generalleri kastediyorum.
Elbette Türkler gelmeden dahi Ermeniler vardı orada, onların topraklarıydı oraları. Ne var ki, Rus Çarlığı Güvenlik Teşkilâtı tarafından kışkırtılan Taşnak militanları o bölgelerde mukim Türk-Kürt çiftçilere, köylülere saldırınca, katliâmlara yönelince, bu kez kendileri aynı âkıbete dûçar oldular ve Birinci Dünya Savaşı sırasında topraklarından kopartılıp Suriye çöllerine sürüldüler. Çoğu yollarda öldü veya öldürüldü. O çöllerden sağ çıkabilen Ermenilerle yahud bu gelenlerin yaşadıklarına şâhid olan Arablarla görüşme fırsatım oldu. Hakikaten dehşet verici bir hâdiseydi olan biten. Kısacası, tarihî bir hakikatten bahsediyoruz.
Ancak, diğer yönüyle sun’î bir çatışmadır bu ve 1915’e kadar böyle bir “Ermeni meselesi” de olmayıp, Türklere daima çok yakın olmuştur Ermeniler. Haricî kışkırtmalarla böyle bir hâdisenin doğması bir yana, emperyalist ve siyonistler bugün için de böylesi çatışmaların mevcudiyetinden ve sürdürülmesinden medet umarlar. Halbuki bu meselenin hâlline en çok muhtaç olanlar da Türkler değil, Ermenilerdir.
Emperyalizm ve siyonizm böyle bir bölünmeyi tercih eder dedim. Niçin? Çünkü Ermenistan’ın tarihî müttefiki Rusya’dır. Her ne mevzu olursa olsun, Ermenistan öncelikle Rusya’ya, sonra da İran’a bakar. “İran” gerçi aptalca bir isim, “Fars” diyeceğim. İşte Ermeniler, tarihî Fars devleti kendilerine daima “açık” olduğu ve “yakın” davrandığı için, başları her ne zaman kendi bölgelerinde bir belâya girse, Fars ülkesinde kendisine sığınabilecek bir yer bulabilmiştir. Bu şekilde İran’a gelen birçok Ermeni, 19. yüzyılda İslâm’a, Şia’ya geçmiştir. Hattâ bu şekilde Müslüman olup da büyük “âyetullah”lardan olanlar bile vardır. İslâm’a geçmeyip Hıristiyan kalanlar ise, Fars ülkesinin sadık vatandaşları olmuşlardır. “Böyle şeyler” de elbette Amerikalıları rahatsız eder.
Ermenistan, tam da bu yüzden, daima zayıf bir pozisyonda tutulmak istenir. Çünkü, eğer Ermenistan Türkiye’yle olan bu sun’î ve tarihî problemini çözerse, Rusya’yı en büyük müttefik belleyen ve İran’a tarihî bir yakınlığı olan bu ülke kuşkusuz gelişecektir. Sınırları Türkiye’ye açılmış bağımsız bir Ermenistan’ın gerçekleşmesi hâlinde, bölgedeki Amerikan nüfûzu da tabiî olarak gittikçe azalacaktır.
Azerbaycan’da neler yapıyor olduklarını da unutmayın. Orada iktidarda olanlar, âşikâr biçimde İsrailliler ve Amerikan güçleriyle birlikte çalışıyorlar. İleride nereyi nasıl karıştırabilecekleri de belli; oradaki problem henüz bitmiş değil.
Söylemek istediğim şey şu: Sun’î veya değil, böyle bir Türk-Ermeni çatışması mevcut. 1915’teki ve I. Dünya Savaşındaki dehşetten kaynaklanan bu meseleyi kalıcı biçimde çözmelidir Türkiye. Bu, “tarihî” bir meseledir; tarihçileri ilgilendirir en başta. Türk tarihçilerinin bir tarafta, Ermeni tarihçilerinin diğer tarafta komiteler hâlinde bu meseleyi çözmeye çalışacağı yerde, Amerikan temsilciler komisyonu kalkıp hâdiseye dahil oluyor ve ortamı kızıştırıyor.
Hiç hatırdan çıkartılmaması gereken mevzu da şudur: Bir halkın, Kızılderililerin topluca yokedilmesi sözkonusudur ABD’de. Birleşik Devletler Kongresi, Amerikan Kızılderililerinin yokedilmesi kararını almıştır ki, bu belli bir hükümete âit olan bir karar değil, tüm hükümetleri bağlayan bir “devlet” kararıydı. Önce bunun hesabını vermeliler onlar.
Ermenilerin kalblerindeki acının takdir edilmesi, dindirilmesi ve geçmişteki sağlam münasebetlerin yeniden tesis edilmesidir gereken. Böylelikle Türkiye, Ermenilerin hem komşusu hem de büyük ağabeyi olarak, bölgedeki güçler dengesini kendi lehine değiştirmiş olacaktır.
Neticede söylemek istediğim şudur: Bugün Ermeni provokasyonu gibi bir mesele vesilesiyle de olsa Türk milliyetçilerinin, vatanseverlerinin ABD’yi protesto etmesi iyidir. Fakat mesele sadece bu küçük noktayla sınırlı tutulmamalı, Türkiye’nin ABD’yle olan temel meselesinin “kendi bağımsızlığı” olduğu unutulmamalıdır. Hakikaten “bağımsız” bir ülke olarak NATO’dan çıkmalı, Afganistan gibi bölgelerde Amerikan askerlerinin pis işlerini ve fedaîliğini yapmayı bırakıp vatanına geri dönmeli ve yalnızca kendi vatanının sınırlarını savunmalıdır. Kime karşı mı? Yakın komşularından ziyade, o “uzaktaki” düşmana karşı.
•
Dün Le Figaro'da çok çok ilginç birşey okudum. Le Figaro, sağ görüşlü, hükümet yanlısı, siyonist yanlısı, günlük yayınlanan bir Fransız gazetesi. Orada okuduğum bir makale, Ben Bilewski diye birine, isminden anlaşılan o ki bir İsrailliye yahud bir Yahudiye âitti. Eleştirerek diyor ki:
"Türkler, Osmanlı imparatorluğu nostaljisi duyuyor. Bunun tezahürlerinden biri de, Osmanlı hanedanının son temsilcilerinden Ertuğrul Osman'ın İstanbul'daki cenaze merasimine binlerce Türkün katılmasıydı."
Hatırlarsınız, sizinle yaptığım konuşmalarda uzun zamandır ve her vesileyle Osmanlı devirlerinin ihtişamından bahsettim. Ne yazık ki, artık Osmanlı devrinde yaşamıyoruz, ayniyle bir Osmanlı tecrübesi yaşamak sözkonusu değil artık. Ancak, Osmanlı'nın şu prensibi bundan sonra da hayata geçirilebilir. Neydi o? Sultanın şahsında, ülkedeki tüm toplulukların kimliği ve hürriyeti teminat altına alınmıştı. Ermenileri düşünün, kendi dindaşları olan Hıristiyan dünyasından çok daha fazla, Sultan'a ve Osmanlı Devleti'ne sadıktılar. Arablar, Osmanlı ordusundaydı. Kürtler, Osmanlı ordusunun tamamlayıcı unsuruydu. Her kavim bu durumdaydı. Kısacası, Sultan'ın altında, herkes eşit değerdeydi. Elbette, tatbikatta bazı adaletsizlikler olmuyor değildi. Ancak prensib olarak harika bir düstur hayata geçirilmişti.
İşte şimdi Türkiye'nin yapabileceği, elbette yine bir sultan veya hanedan tesisi olmasa da, bu şiarı yeniden hayata geçirmeleri ve Amerikan ordusunun ayakçısı olmak yerine, Çin sınırından Bosna'ya tüm Müslüman ülkelere örnek olucu bir lider tavrı ve olgunluğu göstermeleridir.
Tamam, Mustafa Kemal ve arkadaşı olan generallerin kurduğu, aynı şekilde Sabetayistlerin kilit mevkilere getirildiği bu cumhuriyet tarihin belirli bir döneminde belli bir müsbet rol icra etmiş olabilir. Lâkin, görüldüğü üzere, nasıl Osmanlı Devleti de yüzlerce yıl yaşadıktan sonra vâdesini doldurmuşsa, artık eski yapısıyla cumhuriyet de miadını doldurmuş, Anadolu'da yaşayan kendi toplumunu eski sistemiyle daha ileriye götüremez hâle gelmiştir. Şimdi Türkiye için, yeni ufuklara, yeni idare anlayışlarına açılma vaktidir.
Emperyalistlerin bugün sizlerden beklediği, Türklerin Kürtlerle, Kürtlerin Türklerle, Ermenilerin Türklerle, Türklerin Ermenilerle, Arabların Türklerle, Türklerin Arablarla hep bir çatışma bahanesi içinde didişmesi; bu sayede, hiçbir zaman birleşmemesi, asla bir ittifak kurmamasıdır. Türkiye'nin bölgesinde güçlü bir siyasî, askerî ve iktisadî dev olarak sivrilmemesidir. Yâni, Türklerin tarihî rol ve sorumluluklarını yeniden üstlenmemesidir.
Gerçi Türk ordusu, bugün bile, bölgesinin belki en güçlü ordusuna sahibtir. Ancak bu gücünü NATO'nun değil, İslâm Ümmetinin, Müslüman dünyanın hizmetine sunmalı ve ayakçı değil, lider olmalıdır. Yeni bir imparatorluk veya hilafet sancağı açarak bunu yapmalıdır demiyorum; aksine, tamamen kardeşlik veya ağabeylik çerçevesinde bir kucaklayıcılık ve tüm İslâm toplumlarını birleştiricilik tavrı içinde gerçekleştirmelidir bunu. Komşularından başlayarak bunu yapmalı, hattâ Müslüman olmayan komşularını bile gözetip kenetleyici olmalıdır. Ortak çıkar ve dayanışma prensibini yükseltmelidir. Aynı birlik ve dayanışmayı şübhesiz en başta kendi toplumu içinde tesis etmelidir. Açıkçası, bugün yapılanlar gibi akılalmaz işleri, yâni 20 küsur milletvekili olan bir partiyi kapatıp onlara oy verenleri paspas gibi görmek gibi tavırları tamamen terketmelidir Türkiye.
Bu ne biçim bir demokrasidir? Osmanlı Devleti'nin unsuru oldukları kadar, Türkiye Cumhuriyeti'nin de vatandaşları olan, Türklerden de önce Anadolu'da yaşamış bulunan Kürtlerin dil gibi, kimlik gibi en tabiî haklarını dahi tanımamak hakikaten neyin nesidir? Emperyalistlerin çıkarlarına bu tavırlardan daha uygun bir şekilde hizmet edilemez doğrusu. Türkiye'nin bu kafa yapısıyla gidebileceği hiçbir yer yoktur. Tek kurtuluşu, birleştirici yegâne merkezî unsur olarak İslâmdır.
İslâm dairesinin dışına sapmış bir çizgi olarak görmeme rağmen, Aleviler için bile yapılması gereken, böyle bir birleştirici tavırdır. İnsanları inandıklarına inanmamayı emredemezsiniz. Doğrusunu gösterirsiniz ama sizin istediğiniz inanç noktasına gelmedikleri için halkınızın temel unsurlarına savaş açamazsınız. O bazılarının beğenmediği Osmanlı böyle mi yaptı?..
İslâm orduları, krallık ordularıyla, hanedan ordularıyla, devlet ordularıyla savaştı, onları mağlubiyete uğrattı, fakat kalkıp da kendi halkıyla, artık kendi halkının birer unsuru olmuş topluluklarla böylesi inanç ve kimlik savaşlarına girmedi. Tam tersine, onlara kendi eski devletlerinde bile bulamadıkları hak ve hürriyetleri sağladı. Hepsini hürriyetlerine kavuşturdu. İşte bu yüzdendir ki, hepsi de devlet "devlet" olduğu müddetçe idarecilerine sadık kaldı, devletine bağlılık ve hizmette kusur etmedi.
Sözün özü, Türkiye içindeki dahilî bir savaşı asla tasvib etmiyorum. Savaş dediğin, düşmanla, başka ordularla yapılır. Sırf kavmî kimliği, zümrevî dini, kültürel gelenekleri farklı diye ve bunları tanımamak adına kendi toplumunun unsurlarıyla savaş olabilir mi hiç? Bu farklılıklar bir savaş sebebi değil, Osmanlı toplumundaki gibi bir koruma ve kollama sebebidir. Siz onları kollarsanız, onlar da sizi kollar ve geliştirir. Ermenileri düşünün. Ticaret ve maliye sahasında işbilir oldukları için, bu becerilerini sultanın hizmetine sunmuşlar, sultan da koskoca bir imparatorluğun maliyesini onların ellerine teslim etmiştir. Örnek de bir sadakat göstermişlerdir.
Bugün Türkiye dahilinde kendi toplumunun ordusuyla savaşan insanlar, idealist insanlardır ve bir ideal için kendilerini fedâ etme seçkinliği taşıyan şahsiyetlerdir. Madem öyledir, bırakın bu insanlar gidip ister Filistin'de, ister Afganistan'da asıl düşmanlarımızla savaşsın. Neden olmasın ki?
Sizlerden bir şey diliyorum kardeşlerim. Bir nebze açık fikirli olalım ve hakiki düşman, İslâm düşmanları, insanlık düşmanları olarak siyonizm ve emperyalizme karşı, bunlara bizim gibi karşı olan herkesle ittifak kurabilme becerisini gösterelim. Bunlar arasında antiemperyalist Hıristiyanlar, siyonist olmayan Yahudiler ve cumhuriyetçi Ateistler de olabilir. İslâm düşmanlığı yapmadıkları müddetçe, neden olmasın? Herkes aynı şekilde, aynı çizgide, aynı inanç ve fikirde olmaz. Bu yüzden, gerçek düşman, İslâm ve insanlık düşmanları gözden kaybedilmemeli, düşmanlık asıl bunlara yöneltilmeli, aramızdaki aşılabilir ayrılık noktaları büyütülmemelidir derim.
Ben Komünist bir gelenekten geliyorum. Ancak bugün Sosyalizme inanıyorum. Yani, belli bir kişinin, belli aile yahud küçük grubların kendi menfaatlerine ve kitlelerin aleyhine “kâr için kâr” amacı gütmelerinin, içtimaî serveti kendilerine yığmalarının bir toplum yapısı için en büyük tehlike olduğuna inanıyorum. Benim anladığım ve savunduğum Sosyalizm, işte buna karşı olmak noktasındadır. Biliyorsunuz ki, ne Karl Marx bir peygamber ne de Lenin –hâşâ- Allah’tır. Onların her şeyi çözecek büyülü bir formülü yahud cihanşümûl bir kanunu yoktur. Her ülke, âdil bir ekonomi geliştirmek için kendi hususî çözüm yolunu bulmak durumundadır kısacası. Üretim, belli kişilerin, küçük grupların, toprak veya fabrika sahiblerinin semirmesi için değil, toplumun faydası için olmalıdır ezcümle. İnandığım Sosyalizm işte budur. Ve her ülke bunu temin için kendine has çözümü bulmak durumundadır.
Kaldı ki ben, özel mülkiyete falân karşı da değilim. Mesele bu değildir. Benim için problem, cebinde bol para olan belli şahıs veya azınlıkların, sırf bu ayrıcalıkları yüzünden toplum çoğunluğunu sömürmesidir. Komünizmin hatası da işte buradadır, kendini Kur’ân yerine koyup, herkese şâmil yazılı bir kanunu ve hazır bir tarihî neticeyi insanlığa dayatmıştır. Biz ne Allah’a ve kanunlarına karşı çıkıyor, ne de tarih bize şunu emrediyor diye ortaya çıkıyoruz. Elimizde Kur’ân, bizim için en iyisinin ne olduğunu tesbite çalışıyoruz. Hatalarımız da bu bakımdan yalnızca bizim şahsımıza âit olacaktır. İnancımıza değil. Özetle ifade etmem gerekirse, küçük bir grubun tüm bir topluluğu sömürmesi kabul edilebilir değildir, savunduğum da budur.
Bizler de geçmişte, “Allah’ın var olmadığı” gibi yanlış dâvâları savunanlarla savaşanların başında geliyorduk. Çünkü burada şöyle bir yanlış anlama, şöyle bir kafa karışıklığı vardı ki, -Hıristiyan veya Müslüman- dinî bir yapıyı baskıcı bir idarenin maskesi ve âleti olarak kullananlarla, yani şu lâfta İslâm devletlerinde çokça görülen baskıcı idarelerle savaşmakla, bizzat dinin kendisiyle savaşmak çok farklı şeylerdi. Komünizmin, Sosyalizmin çok yanlış bir pratiğiydi bu ve böylesi yanlış bir pratiğin müsebbibi de, tarihî kökeni itibariyle, bu hareketin içinde yeralmış çok sayıda Yahudi entellektüelden başkası değildi. Bu Yahudi entellektüeller dine karşı bir isyan içindeydiler ve aslında marjinal olmalarına rağmen, bu çizgiyi Sovyetler’deki Sosyalist harekete hâkim kılmayı başarmışlardı.
Ben kendimi asla inkâr etmedim.
Şimdi burada konuşurken, ön tarafımda Afrikalı bir arkadaş var. Geldiği bölgeye has an’anevî elbiselerini üzerine giymiş bir Müslüman. Şimdi benim onu veya bir başka bölgeden gelen diğer bir Müslümanı şeklen taklid etmem, bir nevî karikatürleşme olur.
Ben, ideallerin, prensiblerin adamıyım. Bu, sathî veya şeklî bir mesele değildir. Kaldı ki, komünizm mücadelesi verdiğim gençlik yıllarımda, ülkemde komünist bir genç lider olduğum o dönemde dahi, ben asla bir Che Guevara gibi giyinmedim meselâ. Asla böyle birşey yapmadım. Gerçi, OPEC operasyonu sırasında başımda bir bere vardı ama, bu da yalnızca polisçe tanınmamı engellemeye ve bu amaçla yüzümü gizlemeye matuf “istisnaî” bir durumdu. Şeklî bir özenti değildi yani.
İnancım odur ki, ben, sadece benim; ve kimliğim de buradan geliyor. Bir kültürüm var ve onu inkâr etmiyorum. Giysi ve diğer vasıflar bakımından sahib olduğum gelenekler var, içinden gediğim bu geleneği yok saymıyorum, aksine, sahibleniyorum.
Lâkin benim hakikaten reddettiğim bir şey vardır; o da, Batı medyasının –özellikle ABD’ninki!- tahakkümü vasıtasıyla empoze edilen belli şekilde giyinme, belli şekilde yiyip içme, belli şekilde yaşama ve bu çizgide resmedilen bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını kökünden reddediyorum! Hem ben, bu hayat tarzını sadece Müslüman olduğum için değil, daha öncesinde de reddediyordum.
Evet, ben köklerimden, İspanyol kültürümden kopmuş değilim; aksine, daima bu geçmiş köklerime, kendi mahallî kültürüme, geleneklerime bakar ve onları sahiblenirim. Yani, Müslüman olduktan sonra –bu anlamda- yeni bir kültür, medeniyet ve hayat tarzı kazanmış değilim; hayır, böyle bir şey olmadı.
Bence herkes, öncelikle kendi köklerine, anavatanına, aile geleneklerine dayanmalı ve “otantik” dendiği veçhile, “orijinal” olmalı. Bir diğer ifadeyle, bugün İslâm ülkelerinde şu veya bu kesimin yahud liderin giydiği giysilerle “mücahid” olunmaz. Böyle bir şey sizi “mücahid” kılmaz.
1970’lerdeki bir hâdiseyi anlatacağım şimdi size. O dönem bizimle ittifak yapmış olan THKP-C örgütünden bir Türk yoldaşım vardı. Örgütünün genel sekreteri (Mahir Çayan), 1971 yılında İsrail’in İstanbul başkonsolosunu (Efraim Elrom) kaçırdıktan sonra öldürülmüştü. O geceyi hatırlıyorum, Londra’daydım, nasıl üzülmüş ve kendimi çaresiz hissetmiştim. Ürdün’deki Kara Eylül olayı ve 1971’deki askerî kuşatmadan sonraydı. İşte, THKP-C’nin kimi militanları da saklanmak için Beyrut’a gelirken, diğer bir kısmı da Paris’e gelmişti. Böylece FHKC ile ortak çalışacaklardı.
Neyse, örgütünün askerî sorumlusu olan Türk yoldaşımı bir MOSSAD ajanı izler, şöyle siyah şapka takan biri. THKP-C’li yoldaşımı cadde ve parklardan geçerek saatlerce takib eder ama, tam bir profesyonel olduğu için kendisini de kollar ve pusuya düşebileceği bir yere asla gitmez. Yoldaşım nereye giderse gitsin, işte otobüstür, Paris metrosudur falan ama, bir türlü adamdan kurtulamaz. Artık akşam olmaya başlamıştır, hava yavaş yavaş kararır. Saat 7 gibi, arkadaşım hemen evine gitmeye karar verir o ân. Apartmana girer, MOSSAD ajanı da arkasından. İşte tam o ânda arkadaşım onu pusuya düşürür, bıçaklayıp öldürür, sonra dairesine götürüp küvete sokar. Bir mucize eseri olarak, bu eylem esnâsında kimse apartmana girip çıkmaz.
Ben bu hâdiseye karışmadım tabiî ama, karışanları biliyorum. Yoldaşın evine gelip “ne yapacağız şimdi bu cesedi?” falan diyorlar. Sonraki üç gün boyunca cesedi parçalara ayırarak evden çıkartmak ve böylece başlarından defetmekle uğraşıyorlar. Bu olayla ilgili olarak, bugüne kadar ne basında en ufak bir haber çıktı ne de hakkında herhangi kanunî bir soruşturma açıldı. Fransız polisi meseleyi bilâhare öğrenmiş olsa da, MOSSAD illegal olarak çalıştığı için, üzerinde herhangi bir araştırma-soruşturma yapma gereği duymadı.
Bu ölen MOSSAD ajanının üzerinden ne herhangi bir kimlik ne bir not ne de kimliğini tesbite yarayacak en küçük bir şey çıktı. Siyonizm gözünde bir “kahraman” olarak öldü gitti. Onlar bizden, biz onlardan, böyle karşılıklı birbirimizi öldürüyor, savaşıyorduk.
OPEC Operasyonu biz yaptık, Libya ise hiçbir şey yapmadı. Silahları dahi son dakikada teslim ettiler. Fakat biz zaten Amerikan ordusundan temin etmiştik silahları. Amerikan askerleri, Almanya’daki kendi ordu depolarından alarak bize silah satmıştı. Hem de esrar karşılığında! Bizde esrar yoktu elbette. Yoldaşlarımız da Berlin’e gidip (Kumandan Carlos gülerek anlatıyor) Türk satıcılardan parayla esrar satın almak zorunda kaldı, karayoluyla da Frankfurt’a getirdiler. Ben de bu satın aldığımız esrarı, “Biz silah karşılığında para, dolar falan istemiyoruz, ille de esrar istiyoruz!” diyen Amerikalı askerlere verdim.
Libyalılara gelince, arzettiğim şekilde, Trablus’tan getirdikleri silahları tam son ânda teslim ettiler bize; Beretta, bir kısım makineli silah vs. Doğrusu eylem için biz de Libyalıların getirdiği bu küçük silahları tercih ettik, Amerikalılardan aldığımız silahlar bayağı büyüktü çünkü. Son gün, evet son gün ortaya çıktı Libyalılar. Yetmiyormuş gibi, bize verdikleri istihbarat da tamamen yanlıştı. Kendi işimizi kendimiz hallettik kısacası.
Biz milletlerarası devrimcilerden hâlâ korkuyorlar. Korktukları şey şahıs olarak bizler değiliz, neticede yaptığımız eylemlerde verdirebildiğimiz zararın çapı ne olabilir ki? Onların asıl korktukları, "örnek" teşkil etmiş olmamızdır, milletlerarası devrimciliği şahıslarımızda örnekleştirmiş olmamızdır. Tam da bu gerekçeyle, bizi umum önünde küçük düşürebilecek her tür iftiradan meded umuyorlar. Biz kimsenin ne ajanı, ne paralı askeri, ne de muhbiri olduk. Aksine, biz böylelerini yakalayıp infaz ettik bazen. Yakaladığımız böylesi en yüksek rütbeli görevlilerden biri, bizzat benim enselediğim ve infaz ettiğim bir generaldi; Güney Afrika ordusu özel kuvvetlerinden önde gelen bir subaydı (Henri Bola). Bu mesele hakkında Nelson Mandela'ya da bir mektub yazmıştım.
Ağca’yla Türklerin bir meselesi olabilir, beni ilgilendiren bir şey yoktu. Zaten, sonradan Ağca’yla beraber tutuklanıp İtalya’da yargılanan Türkler oldu, oysa tamamen masumdular bunlar. Tüm bu manipülasyonların ardında da CIA vardır. Peki Papa’ya saldırının ardındaki sebeb nedir? Bence, herkesin kendine has farklı bir gerekçesi vardı.
Vatikan’la bu bahiste birkaç sene önce temas kurup, hakikati aynen ifade ettik. Onlar da, “Zaten neyin ne olduğunu biliyoruz, aldırmayın, hepsi propaganda!” dediler. Kaldı ki, eski Papa’yı da sevmezdim. Bir Yahudiydi o. Bir Papa olmak için, en azından bir Hıristiyan olmanız gerekir, değil mi? Normali budur (Carlos gülüyor) ama o bir Yahudiydi.
Albay Alparslan Türkeş’i biliyorsunuz. Bu zâtla hiç karşılaşmadım. Ancak, liderlikte ondan sonra gelen ikinci adam, Sofya’da yaşıyordu. Bu kişiyi zaman zaman davet eder ve görüşürdük. Bulgarlarla falan çalışan, silah vesair işlerle meşgul büyük bir gangsterdi. Bana da onu Bulgarlar tanıştırdı. Çok kibar bir adamdı, selâmlaşırdık, akşamları bazen restoranlarda konuşurduk. 1970’lerin sonu ve 80’lerin başı. Sürgündü, Türkiye’ye dönmek istemiyor ve Sofya’da kalıyordu. Büyük bir mafyacıydı.
Arafat da, zamanında bunu söylemişti bana. Yaşayan şâhidleri vardır. “Devletimizi kurunca sana Filistin pasaportunu ben vereceğim”demişti. 1979’da Beyrut’ta söylemişti. Kuşkusuz bu sembolik bir mesele, ancak birçok mânâsı da olan bir hâdise.
Bilgiler Altay Derneği'nden derlenmiştir
MİLLİ BİRLİK RUHU