AKINCILAR AKINCILAR FORUM |
|
| NEW YORK'TA BEŞ MİNARE | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
AZYA Admin
Mesaj Sayısı : 2611 Reputation : 38 Kayıt tarihi : 27/03/10
| Konu: NEW YORK'TA BEŞ MİNARE Cuma Kas. 19, 2010 6:11 pm | |
| HOCAEFENDİ ŞEHADETSİZ GİTTİ! 19.11.2010 --------------------------------------------------------------------------------
Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim: Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propogandasıdır. Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propogandasıdır. Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır... Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar. Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır. Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da... Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayolan "elitler" elittir... New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık... Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır; Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır. Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır! Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır. (Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır). Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır? İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense. Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir! Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi? Hacı Gümüş der ki: "Öpüşür" Niye? Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı! O zaman niye Madımak otelini yaktınız, oruç tutmayanları bıçakladınız, ülkeyi yıllardır türban tartışmasının içine soktunuz ve de "Tükürürüm böyle sanata" dediniz efendiler? ...................... Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir. Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir... Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!) İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır! Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil.. Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı. Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler. Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü. "Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi... FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz... Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi... Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır. Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman! Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir. "Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz" diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de... Açıkİstihbarat
Fatma Sibel YÜKSEK
| |
| | | Erhan Eren
Mesaj Sayısı : 76 Reputation : 0 Kayıt tarihi : 17/05/09
| Konu: Geri: NEW YORK'TA BEŞ MİNARE Cuma Kas. 19, 2010 7:19 pm | |
| Muharrem Bayraktar
Mahsun Kırmızıgül’ün aylardan beri reklâmı yapılan Newyork’ta Beş Minare filmi vizyona girdi. Bu film bence Türk sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri, belki de en önemli filmi. Tamamen bir mesaj vermek amacıyla, bir misyonu icra etmek amacıyla hazırlanmış bir film. Dinlerarası diyalog sürecinde nasıl bir din, nasıl bir aile, nasıl bir toplum, nasıl bir devlet meydana getirilmek istendiğini ortaya koyan ‘çok önemli bir Amerikan projesi’ olarak hazırlanmış bir film. Önce ne demek istediğimizi biraz örneklendirelim: Filmde bir “hocaefendi” var. Amerika’da yaşıyor. Etrafında ona bağlı bir cemaat var. Hocaefendi barışsever, kardeşlik yanlısı, bütün insanları seven örnek bir din adamı profilinde tanıtılıyor. Yani diyor Mahsun’un filmi, “Ey Müslüman! örnek alacaksan böyle bir Müslüman hocaefendiyi örnek al!” Ama bu hocaefendinin bir karısı var, Hıristiyan! Film boyunca boynunda haçla dolaşıyor. Bu hocaefendinin bir kızı var, Hıristiyan bir delikanlı ile evleniyor! Hocaefendi bu evliliğe büyük bir coşku ile onay veriyor. Kızının nikâhını kilisede papaz kıyıyor. Hocafendi kızının bu mutlu gününü sevinç gözyaşıyla kutluyor. Bu “örnek hocaefendi” güya insanlığı İslam’a davet ediyor ama karısını Müslüman yapmak gibi bir derdi yok. “Neden karın Hıristiyan” diye soranlara “Nasıl olsa hepimizin tanrısı aynı, ne fark eder ki” diye cevap veriyor. Oysa Hıristiyanlar teslis inancı gereği “üç parçadan oluşan bir tanrıya”, Müslümanlar ise “tevhid” inancı gereği “tek olan Allah’a” inanırlar. Ama hocaefendinin umurunda değil. İslam’da Müslüman bir kızın Hıristiyan erkekle evlenmesi yasak (Bakara, 221). Bu yasak da hocaefendinin umurunda değil. Hocaefendi adeta “yeni bir din, yeni bir inanç ihdas ediyor.” Ama bunu yaparken öyle yedire yedire yapıyor ki, “öyle örnek bir Müslüman olarak yapıyor ki” ruhunuz bile duymuyor. Yani dinlerarası diyalog sürecinde anlattığımız, tehlike gördüğümüz ne varsa Newyork’ta Beş Minare filminde karşımıza çıkıyor. Bu film tam bir diyalog filmi. Çok yüksek bütçeyle ve ileri film teknolojisiyle çekilmiş bu filme Amerika’nın büyük destek verdiği açık. Çünkü hocafendinin ve ailesinin örnek şahsiyetler olarak gösterildiği bu filmin Amerika’da “bu tavizler verilmeden” çekim izni almasına imkân yok. Bir de “barışsever olmayan, kardeşlik düşmanı” Müslümanlar var filmde. Onlar da habire zikir yapan, Filistin için para toplayan, vermeyenlerin kafasını döner bıçağı ile kesen katil Müslümanlar olarak tiplendirilmiş. Bu katil sürüsüne ise polis operasyon yapıp onlarcasını öldürüyor. Mahsun Bey, Amerika’nın Irak’ta öldürdüğü, ırzına geçtiği milyonlarca Müslümanın dramını anlatacak yüreğe sahip olmadığı için, tam da Amerika’nın istediği gibi “ortalık katil, kasap, cani Müslümanlarla kaynıyor” mesajını verecek bir senaryoyu eklemiş filmine. Barışsever ve diyalog sever hocaefendi ve onun etrafındaki Müslümanlar bir tarafta. Katil, cani, katil Müslüman gruplar öbür tarafta. Mahsun Bey’in şarkı sözleri genellikle ilk mektep seviyesinde, basit ve zayıf metinlerden ibaret. Ben ona bir kompozisyon ödevi versem on üzerinden beş puan alabileceğini zannetmem. Ama bu Mahsun, böylesine uluslar arası mesajlar içeren bir filme imza atıyor. Mesajlar veriyor, dini bilgileri saptırıyor, saptırmadığını varsayarsak “en basit dini bilgilerde bile” büyük cehalet gösteriyor. Ortaya “Newyork’ta Beş Minare çıkıyor.” Bu minarenin tepesi boş! Bizim dinin minaresi değil. İmamı yok, müezzini yok, hocası bizden değil” Beş minare değil, boş minare. Endülüs, işte tam da Mahsun Bey’in filmde vermeye çalıştığı misyona inanan Müslümanlar yüzünden battı gitti. Şimdi bir Müslümanın çıkıp Endülüs filmini çekmesi gerekmez mi?
| |
| | | Erhan Eren
Mesaj Sayısı : 76 Reputation : 0 Kayıt tarihi : 17/05/09
| Konu: Geri: NEW YORK'TA BEŞ MİNARE Cuma Kas. 19, 2010 7:20 pm | |
| uharrem Bayraktar
Dünkü yazımızda New York’ta beş minare filminde, Amerika’da yaşayan hocaefendinin kızını ‘büyük bir coşku içinde’ bir Hıristiyan delikanlı ile evlendirdiğini yazmıştık. Bu süreç aslında Urfa’da başladı. Sosyoloji profesörü bir Hıristiyan olan Lester Kurtz, Müslüman Meryem ile evlendirilmişti. Zaman gazetesi 15 Nisan 2000 tarihli sayısında “Bu bir devrim” manşetiyle verdiği bu habere ‘diyalogdan düğüne’ alt başlığını atmış ve haberi şöyle duyurmuştu: “Sosyoloji profesörü Hıristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Meryem Kurtz’un nikahları Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı.” Zaman’ın ‘Bu bir devrim’ diye duyurduğu haber, Kuranın, Müslüman kadınların Hıristiyan erkeklerle evlendirilmesini yasaklayan (Mümtehine 10, Bakara 221) ayetlerin emrine karşı bir devrimdi kuşkusuz. Devrim, adı üstünde geleneksel bir uygulamayı, anlayışı ‘deviren, değiştiren’ faaliyet demekti. İşte o devrimin bir benzerini New York’ta Beş Minare filminde rol alan hocaefendi ile devreye soktular. Karısı Hıristiyan olan hocaefendi, kızını ‘bu diyalog sürecinin’ doğal sonucu olarak ‘bir Hıristiyanla’ evlendirmekte beis görmüyordu. Sizi biraz daha geriye getirelim ve bu sütunda yıllar önce yazdığım bir yazıya uzanalım: “İki yıl evvel bir TV kanalında konuk olan Mehmet Aydın, sunucunun sorusu üzerine şu cevabı veriyordu: ‘Avrupa Birliği ile ilişkilerde bazı esneklikler göstermemiz lazım. Avrupa Birliği’ne gireceksek, ona göre düzenlemeler yapmamız şart (...) Kur’an’da Mümtehine Suresi 10. Ayette diyor ki; ‘Bu kadınlar, o inkârcılara helâl değildir.’ Avrupa Birliği’ne girecekseniz bu ayeti Batılılara izah edemezsiniz. Mü’min kadının, Hıristiyan erkekle evlenemeyeceğini söyleyen bir ayet, Batıda sıkıntı doğurur. Bunu gidermek lazım.” (23 Nisan 2000 – Samanyolu TV). Mehmet Aydın, lafı ağzında eveleyip geveleyip dururken asıl meramı şuydu: “AB’ye gireceğiz. Her yönden Avrupa’yla uyum içinde olmamız gerek; siyasi, hukuki, ekonomik vs. Peki Kur’an’da AB’ye uygun olmayan, Avrupa insanının kolektif şuuruna aykırı olan ayetleri nasıl uyumlu hale getireceğiz?” Aydın, örnek olarak Mü’min kadınların, Hıristiyan erkeklerle evlenemeyeceğini emreden ayeti veriyor ve bu konudaki ‘sancısını’ ifade ediyordu. O gün bugün düşünüyorum. Mehmet Aydın ve avanesi, Avrupa Birliği’ne girmek için ne gibi dinsel reformlara imza atacaklar? Mümtehine Süresi 10. Ayette, “Mü’min kadın – müşrik erkek” nikâhını yasaklayan hükme nasıl bir formül bulacaklar” (18.11.2002, Yeni Mesaj) Newyork’ta Beş Minare filmi işte bu sürecin son halkalarından biri. Zaman gazetesi, Samanyolu TV, Mehmet Aydın, Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki hocafendi ve diğer diyalog taşeronları bu yola taş döşeye döşeye bu günlere geldik. Ama iyi bilsinler ki, bu millet gâvura kız vermez. Ne kadar ‘film çevirirseler çevirsinler’ bu topraklar artık bu filmleri, bu senaryoları kaldırmaz.
| |
| | | | NEW YORK'TA BEŞ MİNARE | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|