KONFEKSİYON
Memleketimizdeki şu konfeksiyon atölyelerini bir le cage-kafes’e benzetmek ne kadar uygundur bilmem ama bana, daha çok bir tiyatro sahnesi gibi gözükmüştür oralarda ‘sürttüğüm’ zamanlar.. ‘Le cage-(mecazen) hapishane!...
Orada, her şey, aklınıza gelebilecek her şey önceden kurgulanmış-düşünülmüş, roller dağıtılmıştır.
Senaryo, sahneye koyulmaya hazır bir halde sabahleyin kapıda sizi karşılar. Görünmez tekst’ler alınır ve kapıdan girerken şeffaf kostümler -ki herkesin normal hayatı dışında, orada başka bir kimliği vardır, bahsedeceğim- giyilir.
Aktörler, aktrisler ve figüranlar yerini aldığı vakit görünmez perde açılır ve gaipten-bilinmezden bir ses “Aksiyon!” demiş farz edilir, oyun başlar. Herkes rolünü ezbere bilir. Yanılmaz, şaşırmaz, teklemez..
Aynen bir ‘oyun’un tiyatro edilişi gibi, rol arkadaşının vereceği tepkiden tutun, sahne dekorundaki değişikliğe kadar hesap edilmiş ve daha önce prova edilmiştir. Birkaç sıra dışı gelişmeyi de, yılların tecrübeleriyle bezenmiş usta bir aktörün spontané-kendiliğinden kattığı hoş bir şey sayarsanız, alın size Muhsin Ertuğrul elinden çıkma bir (Molyer) uyarlaması… Yahut buyurun seyredin, işte ‘yanlışlıklar komedyası’.
‘Başkası’na ‘çay paydosu’ diye gözüken boşluklara, ‘entracte-perde arası’ tabirini kullarım.
Hoş, bu perde araları bile, aşağı-yukarı aynı diyalog ve koşuşturmalar arasında geçer. Özetle, ‘Balzac’ın baloları “Kestirmeden bir dünya” görmesi gibi, konfeksiyon atölyelerini perdeye uyarlanmış bir oyun gibi seyrederim.
Tabii, (Şekspir) seyrederken duyduğunuz; “Bana bir şey söyle!”-“Ne söyleyeyim Efendimiz!” gibi can alıcı, “Vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” kadar üstün bir diyalektik, “Gömdüğün kimdir?”- “Bir ölü!” cevabı kadar saf ve hakiki diyalogları bu dünyada duymayı beklemek çok zordur.
On altı yaşında bir sabah oturduğu dikiş makinesinden, akşamüzeri otuz dört yaşında kalkan ve sadece çalışıp para kazanma amacında olanından, ismi ‘vesikalı’ olup da vesikası olmadan çalışanına kadar yüz çeşit ayrı tipe rastlamanız mümkündür bu âlemde!
İşin bir yönü vardır ki; sahneye benzetişim bu yüzdendir:
Her şey göz önünde olur. En zarif tebessümden en fahiş bakışa kadar bütün olanlardan herkesin haberi vardır. Öyle ki, ‘dedikodu’ denen illet bu dünyaya zor-şer, güç-bela, ara-sıra dadanır ve herkes, herkesin ‘nidüğünü ve nasılını’ ama az, ama çok bilir!
Nasıl bilmesin?
Bu ‘Hisseli harikalar kumpanyası’nın içindeki herkesin kendi isminden başka, bir de (rol)ünde kullandığı ismi vardır; Çünkü evine ancak uyumak için gidebilen bu insanların geri kalan hayatı işte bu acayip dekorun paravanları içinde geçer.
Böyle olunca da, kendi özel isimlerinden ziyade, hal ve hareketlerinden tüten yansımalarının ‘kulp’ları, yansımaları kullanılır.
Birkaç istisnası hariç-ki benim ‘sürttüğüm yerlerde bu ‘ben’ oluyorum- sahnenin bütün oyuncuları Arabesque müziğin tutkunudur yahut kendilerini öyle zannederler.
Yedi yaşındaki bir kız çocuğuna ‘Hastahane önünde incir Ağacı’nı söyletmek ne ise, bizim konfeksiyon ahalisinin bu müziği kana kana içinde duyması, duya duya kendinden geçmesi, yana yana gözlerini bayması odur! Bir ezilmişlik, geride bırakılmışlık, başaramamışlık duygusu..
Bir hal! İçinden çıkılmaz, çıkılsa, yaşayacağı bir şey kalınmaz bir aşağılık psikolocyası..
Hiç kimseyi sevmemiş, sevgilisi olmamış, (platonik)te olsa içinde hiçbir kıpırtının bulunmadığı on yedi yaşındaki bir gencin “Topraktan bedene can veren Allah bana da yaşama ümidi ver” i duyduğunda ütüsünün paskarasına ‘Ya benimsin ya toprağın!” narasını patlatırcasına yumruğunu vurması, bundan gizli bir haz duyması, ‘ağabey’lerine öykünmesi, bunu bir adet bir (ritüel) saymasının psikolojik temeli, esasında bir ‘hiç’in, hiçliğin sembolüdür; bir cul-de-sac-Çıkmaz sokağın!
Müslüm’ü dinlerken kafalarını masalara vuran birçok kimseyi hayret ve dehşet duyguları ile seyretmişimdir. Müslüm, bir arkadaşımın dediği gibi; “Uçurumun kenarına gelmiş bir kimseye son tekmeyi vurandır!”
Müslüm ve diğerleri!
Ağlayan yeğenimi susturmak için “Bak adam nasıl ağlıyor!” diye çocuğunun dikkatini başka bir yere çekmeye çalışan kız kardeşimin, Ferdi Tayfur’u bir cümlede özetlemesinin şiiriyetine bayılmışımdır hep.
Başlar önde, sırtların kamburu çıkmış, yüzler soluk; artık karışmıştır ki, bu müzik mi bunları bu hale getiriyor, yoksa halleri bu müziği mi davet ediyor?
Ama “Orhan’ın sazı başka!” diye onu diğerlerinden ayırmaya çalışanların hali ise komiktir.
“Batsın bu dünya!” Aynen!
“Şaşıran ben miyim?'' Ben miydim, yoksa bu alemin insanları mı diye düşünmedim değil ?
Bin türlü keşmekeşi bir tarafa, hemen başınızın üzerindeki koca koca hoparlörlerden akşama kadar, sabaha kadar, içiniz alt-üst olana kadar bir kusmuk deryasında –ölmemek üzere- batıp çıkana kadar, size hiçbir şey düşündürmeyene, kendi kumundan içirene kadar arabesk müzik!
“Gebermeyecek, dinleyeceksin!”
İşte böyle bir dünya-konfeksiyon ve onun can damarı, tetikleyicisi arabesk..
‘Mersin’li İsmail’i tanımadığınız için alay edildiğiniz, Hakkı Bulut’u sevmediğiniz için küçümsendiğiniz, ‘Erol Budan’ denen birisinin varlığından haberdar olmadığınız için garipsendiğiniz, yalnız bırakıldığınız bir alem, bir (klan), bir mezhep, bir örgüt, bir vakıa!
Alev Alatlı’nın rüyasındaki plazaları saran ve bir vakit sonra oraya yerleşenler işte bu âlemin insanlarıdır, ‘varoş’larda yaşayanlar..
Onların Mars’tan gelmediğini, bu memleketin bir yüzü olduğunu kabul etmek ne kadar hazin olsa da, bu böyle.
Sosyolojik temelini azıcık kurcaladığınızda ise, beğenmediğim-beğenmediğimiz bu insanların kendilerinden üst kademede yaşayan –‘kast’mı demeliyim?- kimselere benzemeye çalışırken iki arada- bir derede kalıp, kendisine sunulan neyse onu peşin kabulle içine sindirdiği ve sonunda ortaya böyle karışık bir manzara çıktığı görülür… “Ala!”
“Ne olursa olsun, bari şu Latif Doğan’ı dinlemesek?” diye geçirdim o gün sabahtan öğleye kadar bu düşündüklerim ardından..
Şair’in ‘Bana Marsilya sokakları kadar yabancı!’ dediği gibi, belki birçoğunun ‘kapı komşum’ olan bu insanların bana ne kadar ‘yabancı’ olduklarını içlerine karıştığım bu konfeksiyon sahnesinde sezdim.
Müslüm’le aynı fikirde olacağım ölsem aklıma gelmezdi;
“Bu benim meselem-derin meselem
Ezelden ebede giden meselem!”
(iktibas)