Çakal Carlos’un son konuşmasını, Türkiye’de ilk defa Timetürk’te yayınlanıyor. Carlos, konuşmasında İsrail'in barış yapmasının yıkılışı anlamına geleceğini belirtiyor.
Salı 06.04.2010 - 14:00
Fazıl Duygun / TIMETÜRK
Çakal Carlos (Ilich Ramirez Sanchez-Salim Muhammed):
“Barış Yaptığı ân İsrail Biter!”
Bütün hayatını Kudüs ve Filistin için fedâ eden dünyaca meşhur eylem adamı Çakal Carlos (Müslüman adıyla Salim Muhammed) Avukatıyla gerçekleştirdiği haftalık rutin görüşmelerinde, yaşadığı olaylardan yola çıkarak bugüne dair çok önemli tesbitlerde bulundu. Carlos, tıpkı Türk ve Arab dünyasının meşhur gazetecisi Hüsnü Mahalli’nin, Aylık Dergisinin 2005 yılı Nisan ayında yayınlanan 6. sayısında söylediği* ve İsrail hakkında genel hüküm olan şu sözü bir kez daha ısrarla vurguluyor: “Barış Yaptığı Zaman, İsrail Biter!”
Carlos, Beşşar Esad’ın küçüklüğünde kendisine amca dediğini belirttikten sonra, babası Hafız Esad ile olan ilişkilerini, Saddam Hüseyin’in kendisine olan özel ilgisini, Ürdün, Lübnan ve Libya’ya kadar olan devlet başkanları katında gördüğü muameleyi ifade ediyor.
Carlos konuşmasında, o dönem Filistinli mücahidlerin gerçekleştirdiği eylemelerin pek bilinmeyen yönlerini anlatıyor.
Carlos, her hafta, tutsak edildiği Paris yakınlarındaki Poissy Cezaevinden Türk Avukatlarından Güven Yılmaz Bey’i telefonla arayarak (diğer avukatları, Av. Hasan Ölçer, Av. Ahmet Arslan, Av. Ali Rıza Yaman), Türkiye ve dünya gündemine dair önemli tesbitlerde bulunuyor.
Türkiye’deki tek yetkili gazetecisi olan benimle (Fazıl Duygun), 8 yıldır görüşen, yazışmalarda bulunan Carlos, geçtiğimiz Temmuz ayında, bizzat Nicolai Sarkozy tarafından cezaevi idaresine edilen telefonla yasaklanan, benimle gerçekleştirdiği haftalık görüşmelerinde ısrarla ve ısrarla, Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi İslâm Âleminin liderliğini tekrar ele alması gerektiğini ifade ediyordu. Bugün avukatıyla gerçekleştirdiği bu konuşmalarında bu sözlerine şunları da ilave ediyor: “Türkiye’nin, muhteşem Osmanlı devrini yeniden İslâm ve Türk âlemine yaşatması gerekiyor.”
“Türkiye’nin bir ân önce NATO’dan çıkıp, Afganistan işgalinde, NATO emrinde bulunan askerlerini de çekmek zorunda!” “Afganistan, geçmişte Türklerin yaptığı gibi, emperyalizme karşı bir özgürlük mücadelesi veriyor!” “ Afganistan İnşallah, Siyonist emperyalizmi çökerten bir kale olacak! Buna gönülden inanıyorum.” “Türkiye, sadece İslâm-Türk Âlemine değil, Afrika ve Latin Amerika başta olmak üzere ezilen bütün insanlığa adalet ve merhamet götürmekle yükümlü, bu ona geçmişinden, Osmanlı’dan kalan güzel bir görev!”
14 Kasım 2009 tarihli bu görüşmede, Fransızların kendisini yakalayan ABD ve İsrail karşısında ne kadar basit piyon olarak kullanıldığını anlatıyor. Sudan’daki yasadışı operasyonun, CIA Sudan masası tarafından düzenlendiği ifade ediyor. Carlos’un kaçırılışı yasadışı olup, Fransa, ABD ve İsrail’den gelen baskılar neticesi kendi içi hukukunu çiğneme pahasına, Carlos’u memleketi Venezuella’ya göndermiyor.
Çakal Carlos’un bu konuşması, Türkiye’de ilk defa Timetürk’te yayınlanıyor. Carlos, Timetürk için güzel sürprizlerini olduğunu geçtiğimiz haftaki görüşmesinde bize iletti ve ilgi ve alakâsı için Time Türk çalışanlarına devrimci selamlarını göndermemizi rica etti.
Bu görüşme her hafta olduğu gibi, Baran dergisinin Cuma günü bayilere çıkacak bu haftaki sayısında da yayınlanacak.
* Fazıl Duygun “Sen Yıkmazsan Yıkılmaz” Sayfa 79. Bilge Karınca Yayınları, Ocak 2010
Çakal Carlos ve Av. Güven Yılmaz Görüşmesi 14 Kasım 2009
Mirzabeyoğlu’nun, avukatlarımın ve gönüldaşların gönderdiği selâmlardan dolayı ne kadar mutlu olduğumu ve gurur duyduğumu ifade etmek istiyorum. Şimdi dayanışma zamanı, buna mecburuz. Diğer taraftan, Türkiye’de gerçekleşen radikal değişimlerin, böyle gittiği takdirde, neticede tüm siyasî mahkûmların serbest bırakılmasına imkân vereceğine dair de ümitliyim ve bu noktada son haddiyle iyimserim.
Birkaç gün önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, ABD’ye yaptığı ziyaretten döndü. Dönüş yolunda Paris’e de uğradı. Fransız Başbakanı Nicolas Sarkozy tarafından, Elysee Sarayı’nda, üstelik teâmüllerin dışında kapıda karşılanarak ve hususî bir muamele görerek kabul edildi. Netanyahu’dan birkaç gün sonra da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad Paris’e geldi. Burada olup bitenlerin sebeblerini anlatacağım şimdi.
1972’de, Belçika’ya, o zamanki ismiyle Sabena Havayollarına ait bir uçak, bir komando timi tarafından kaçırılmıştı. Timdekilerin ikisi Filistinli erkek, diğerleriyse birisi Filistinli diğeri Ürdünlü iki kadındı.
Komando timinin kumandanı, benim eski yoldaşlarımdan Ali Taha idi. Kendisi, Kara Eylül teşkilâtının ilk nüvesinin kurucusudur. Ali Taha, FHKC’nin Dış Operasyonlar Bölümünün de kadrosu arasındaydı. Bu bölümden ayrıldıktan sonra, 1971 yılında, Yaser Arafat’ın politikalarına muhalif 500 kadar El-Fetih mensubunun desteğiyle bu teşkilâtı kurdu.
Herneyse; sözkonusu uçak kaçırma eylemi, işgal altındaki Filistin’de tutuklu olanların kurtarılması amacıyla gerçekleştirilmişti. Eylemi kendisi idare etti, uçağı kaçırdı ve Tel Aviv yakınlarındaki Lod Havaalanına indirdi. Lod, FHKC Genel Sekreteri George Habbaş’ın doğduğu yerdir aynı zamandı.
Eylem, İsrail Genelkurmayının özel operasyonlar için oluşturduğu seçkin komando timinin (Sayeret Matkal) saldırısı sonucunda, başarısızlıkla bitti. İsrail özel timinin kumandanıysa, Ehud Barak’tı. Bilindiği üzere, İsrail İşçi Partisi’nin başında daha sonra İsrail Başbakanı oldu.
O zamanlar İsrail ordusunda teğmen olan Benjamin Netanyahu da, seçkin İsrail timinin bir mensubu olarak bu saldırıda yeraldı ve kolundan kötü biçimde yaralandı. Bu yüzden bir kolunu hâlâ pek iyi kullanamaz.
İsrail komandolarının saldırısında, Ali Taha başta olmak üzere iki Filistinli yoldaş katledildi. Diğer iki kız ise hayatta kalmayı başardı. Kızlardan biri, Kuveyt’te öğrenci olan bir Filistinliydi. Diğer kız ise, babası Ürdün ordusunda asker olan Ürdünlü bir Hıristiyandı.
Şimdi Netanyahu Paris’e gelince, tüm bu hatıralar gözümde canlandı, ondan anlatıyorum biraz da.
Bir başka husus daha var. Benjamin Netanyahu’nun büyük kardeşi Jonathan Netanyahu da aynı İsrail özel timinin (Sayeret Matkal) mensubuydu ve 4 Temmuz 1976’da Uganda’nın Entebbe Havaalanı’nda İsrailli komandoların FHKC’den yoldaşlarımıza karşı düzenlediği baskında öldürüldü. Diğer çok sayıda insanın ölümü yanında, bizim 7 yoldaşımız da burada maalesef can verdi.
Görüldüğü üzere, Netanyahu ailesi baştanbaşa kanlı bir yol üzerindedir. Ve şimdi Benjamin Netanyahu’nun Paris’e gelişi de, söylenen lâflara bakılırsa, Filistinli yetkililerle o sözde “barış görüşmeleri” çerçevesindeymiş! Kuşkusuz bunların hepsi kuru lakırtı. Çünkü, İsrail’in hayatta kalması, kendilerinin daima baskın çıkacağı ve milletlerarası hukuku takmayacakları bir “savaş durumu” yoluyla olabilir ve bu yüzden de “barış” falan istemezler. Yine bu yüzdendir ki, milletlerarası hukuk denilen nesneye hiçbir hürmet ve bağlılık duymazlar, meselâ BM’nin 1947 tarihli kararını bugüne dek hiç umursamamışlardır. Tabiî tüm bu “yasa tanımaz” tavırları, ABD başta, büyük güçlerce de himâye edilir. Rusya bile belli bir şekilde kollamıştır onları. İngilizler ve Fransızlar, hâkezâ, aynı desteği esirgememişlerdir. Ne var ki, bu lâfta “barış görüşmeleri” de hep sürmüştür!
Neyse, dilerseniz meselenin bir de Başkan Beşşar Esad’la ilgili kısmına bakalım.
Nicolas Sarkozy, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı da yine resmiyetten uzak bir sıcaklıkla ağırladı. Elbette bu kez bir “devlet başkanı”ydı sözkonusu olan ve böylesine özel bir ilgiyle karşılamasında da tuhaf bir durum yoktu. Tabiî, burada böyle bir görüşmenin ardındaki temel sebebse aslında çok başkaydı.
Fransa, bir süre önce, İran’da bir süre tutuklu kaldıktan sonra, hakkında dâvâsı sonuçlanıncaya kadar Fransa’nın Tahran’daki büyükelçiliğinde kalması ve İran’ı terketmemesi şeklinde karar verilen Fransız kadın casusun (Clotilde Reiss) bu defa “şartsız” serbest bırakılması için, Esad’ın İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad nezdinde teşebbüste bulunmasını rica etmek istiyordu. Beşşar Esad, Fransa’nın ricasıyla bundan önce de zaten arabuluculuk yapmış, cezaevindeki Reiss kefâletle serbest bırakılmış ve büyükelçiliğe nakledilmişti. Şimdi Fransa, bu genç kadının artık ülkesine dönmesi ve tekrar tutuklanmamasını da garantiye almak istiyordu. Hâliyle bir başka ülkenin hukuk sistemine açıktan müdahale etme hakkı olmadığı için, Esad’ın böyle üst seviye bir arabuluculuğundan istifade etmek istiyordu.
Beşşar Esad, bu gelişinde, Fransız resmî devlet televizyonu olan Kanal 2’de izleyici karşısına çıktı. İlginç soruların yöneltildiği, gerçekten dikkat çekici bir mülâkat yayınlandı. Esad, soruların tümünü gayet profesyonelce ve canayakın bir edâyla cevablandırdı. Asıl canalıcı soru ise, Netanyahu’nun Fransa’ya gelişi hakkındaydı.
Suriye’nin çok berrak bir çizgisi vardır İsrail hakkında. Doğrusu, gerçekçidir. Esad da şu meâlde cevab verdi:
Suriye Arab Cumhuriyeti’nin tek bir santimetrekare toprağı işgal altında olduğu müddetçe, İsrail devletiyle herhangi bir barış sözkonusu olamaz. Golan tepeleri, böyledir. Taberiye Gölü meselesi, böyledir.
Neticede, Esad, o dikkat çekici çizgisini muhafaza etti ve basitçe şunu söyledi: Suriye bir savaşta İsrail’i yenecek güçte değil, çünkü tek bir devlet yok karşısında. İsrail’in arkasında ABD var. Arabların böylesi bir gücü, ağır silahları ve atom bombaları yok.
Bu konuşmanın beni ilgilendiren, duygulandıran bir diğer tarafı ise, yıllarca Suriye’de Şam’da yaşamış olmamdı. Tabiî o dönem, babası Hafız Esad vardı devletin başında. Biz alelâde bir misafir değil, özel misafiriydik Suriye’nin. Karşılıklı tesis edilmiş sağlam bir güven ve saygı ilişkisi vardı. Ne biz Suriye adına çalışan ajanlardan olduk ne de onlar bizden böyle bir şey taleb etti. Bu süreçte Suriye’den herhangi bir maddî yardım da görmedik; para falan. Dünyada böyle bir yardımı yapmaya hazır olan, gerek kendi teşkilâtımız gerekse müttefiklerimiz bakımından devrimcilerin masraflarını karşılamaya istekli birçok başka ülke vardı zaten. Ezcümle, Suriye bizim işlerimize karışmıyor, biz de onların toprak bütünlüğüne saygı gösteriyorduk. Hatta eşim Magdalena Kopp’u bile Suriye’ye getirttim ve bir de çocuğumuz oldu.
Hafız Esad’ın çocuklarını da görüyorduk tabiî. Hatta çok iyi hatırlıyorum, devlet başkanlığı mülklerinden birinde kalırken, Beşşar Esad bana doğru gelmiş ve çok nâzik biçimde “Merhaba amca, nasılsın?” demişti. O küçük çocuk, şimdi güçlü bir devlet başkanı oldu.
Şahsî hatıralarımla, aktüel siyasî gelişmeleri harmanlıyorum. Neden olmasın? Neticede, gerçek oldukları kadar, ilginçler de.
Bu arada, gün gelip yoldaşlarımla birlikte Suriye’yi terketmek zorunda kaldığımı da ilâve etmeliyim. 1991 Eylül sonu, Ekim başı gibi, Suriye’den ayrılmamız icab etti.
Irak, Kuveyt’i işgal etmişti. Saddam Hüseyin, Amerikan diplomasisi tarafından çok zekice tuzağa düşürülmüş ve Kuveyt hükümetinin provokasyonu akabinde böylesi büyük bir yanlış yapmıştı. Bu hâdiseden sonra, İsviçre’de, ilki Lozan, ikincisi Cenevre şehrinde olmak üzere, iki ayrı toplantı gerçekleşti. Biri, Hafız Esad’ın istihbarat heyetiyle Amerika’nınkiler, yani CIA yetkilileri arasında; ikincisiyse, bizzat Hafız Esad’la Baba George Bush arasında.
Hafız Esad, Arab devlet başkanları arasında, Amerikalılarla ilişkiler bakımından hakikaten en etkili, en ciddi devlet başkanıydı. En azını verir ama, en çoğunu alırdı. Bize karşı da saygılıydı. Yurtdışına çok çok az giderdi; o da yalnızca çok gerekli olduğunda. Tüm dünyadan gelen temsilci heyetlere, devlet başkanlarına, başbakanlara, bakanlara ve diğer yetkililere karşı ise, ardına kadar açıktı kapısı. Hepsiyle gayet doğrudan, basit, arkadaşça ve nâzik bir tarzda konuşur ve müzâkerelerde bulunurdu. Ancak, asla taviz vermezdi prensiblerinden.
Evet, Hafız Esad’la Baba Bush görüşmezden önce, Lozan’da buna paralel olarak bir başka toplantı düzenlenmişti. Görüşmeler, CIA yetkilileriyle Suriye istihbarat görevlileri arasında yapılmıştı. Lozan’daki bu ilk görüşmeden sonra, dostum olan Suriyeli bir general beni aradı ve evinde birlikte kahve içme teklifinde bulundu, ama yalnız gelmemi rica etti ki, bu, birtakım gizli şeyler konuşacağız demekti. Çok iyi bir ailesi olan, Arab milliyetçisi, Baas militanı, Sünnî bir generaldi. Beni çok sıcak biçimde karşıladı ve şunu sordu hemen:
“Amerikalılara ne yaptın sen öyle?”
Ben de hiçbir şey yapmadığımı, ABD’ye yönelik bir eylemimizin olmadığını söyledim. O da:
“Haydi, yapma böyle; tüm dünyada neler yaptığınızı çok iyi biliyoruz,” dedi ve ekledi:
“Amerika senin kelleni istiyor! Bize bir liste ilettiler. Burada Suriye’den sınırdışı edilmesi istenenlerin adları var ve sen de üçüncü sıradasın!”
Listedeki isimlerin ilki, FHKC Genel Sekreteri Ahmed Cibril’di. FHKC, 1959’da kurulmuş olup, bu bakımdan en eski gerilla teşkilâtıdır ki, onların eylemlerinde ben de yeraldım, malûm.
İkinci isim, Ebu Nidal’di. Kuşkusuz, her tarafta eylemler yapan bir kumandandı. Amerika da bu yüzden istiyordu onu.
Nihayet, listede üçüncü sırada bulunan kişi, bendim.
Biz bir kitle örgütü değildik, öyle basın toplantıları düzenlemez, kendimizi geniş kitlelere tanıtacak haberleşme zeminlerinde görünmezdik. Yalnızca, milletlerarası bir vazifemiz vardı ve bu uğurda çalışmakla meşguldük.
Diğer yandan, biz tabiî ki başka kitle örgütlerine yardım ettik ancak, kendimiz olarak ortaya çıkmadık. Bu yüzden, Amerika’nın benim üzerimde bu kadar durması epey şaşırtmıştı beni.
Dostum olan subayla konuşunca farkettim ki, yoldaşım Ahmed Cibril, aslında kendisine ilişilemeyecek bir adamdı. Annesi Suriyeliydi ki, çok da iyi tanırım. Şam’ın büyük ailelerinden birine mensubtu. Babası ise, meşhur ve saygı duyulan bir aileden gelen bir Filistinliydi. Suriye ordusunun eski bir subayı ve bir kahramandı babası. Kısacası, Ahmed Cibril için Suriye, onun eviydi. Bir başka deyişle, Suriye’de kaldığı müddetçe kendisine dokunulamaz bir şahsiyetti. Anlaşılacağı üzere, ABD’nin onun hakkındaki talebi asla gerçekleşemezdi.
Ebu Nidal’e gelince; evet o Suriye’yi zaten terketmişti ama, Suriyelilerle olan birtakım çatışma ve görüş farklılıklarından dolayı. Libya’daydı ve bu herkesçe biliniyordu, yani bir sır değildi.
Şu hâlde, diğer ikisi hakkındaki “sınırdışı talebi” görünüşteydi ve asıl önemli hedef, bendim. Suriyeli subayın bana naklettiğine göre, hep benim adım üzerimde durulmuş ve “Carlos’u istiyoruz, Carlos, Carlos” deyip durmuşlardı.
Böylece, Suriyeliler, Başkan Esad, bizden Suriye’yi terketmemizi rica etti. Hafız Esad, “pragmatik-faydacı” bir adamdı. Ülke nüfusunun yüzde 10 kadarına tekabül eden bir azınlığa mensubtu ki, ülkesini olduğu kadar, âid olduğu mezhebî topluluğu da korumak durumundaydı. Öbür taraftan, ABD yegâne büyük güç hâline gelirken, Sovyetler Birliği’nin de dağıldığı bir dönemdi. Sosyalist Blok çöküyordu. Böyle bir hengâmede, bizim Suriye’de kalışımızın bedelini ödeyemezdi Hafız Esad.
Peki, nereye gidecektik? Lübnan’a gitmemize yönelik bir taleb oldu fakat, kabul etmedik. Tamam, orada yoldaşlarımız ve güçlü bir teşkilâtımız vardı ancak, tüm liderliğin oraya gitmesi kapana girmek gibi olacaktı ve biz de bu yüzden kabul etmedik.
Ben ve birkaç yoldaşım, böylece Suriye’yi terketmek zorunda kaldık. Libya’ya gittikse de, Batılı ülkelerin baskısıyla orada kalamadık. Bilâhare Yemen’e gittik ve ben orada Birleşik Yemen’in Devlet Başkanı olacak olan General Ali Abdullah Salih’le görüştüm. Şimdi mareşal oldu. Yarabbi, dünyada ne kadar çok mareşal var! (Kinâyeli tarzda gülüyor.)
Neyse, Yemen’de de kalamadık ve Irak’a, Bağdad’a gitmek üzere, Ürdün’ün başkenti Amman’a uçtuk. Bağdad’a gidebilirdik, çünkü Saddam Hüseyin’in daveti vardı, bize diplomatik pasaport verilecekti ve Irak’ta da kalabilecektik.
Ancak bu arada, bizim Ürdün’de kalmamız da mümkün olabilirdi. Çünkü 1990 yılında Kral Hüseyin, Şam’da benimle görüşmesi için önemli bir büyükelçisini göndermişti ve onun aracılığıyla Ürdün’e davet etmişti beni. “Barış” istiyordu. Dünyada Ürdün’le barış yapacak belki son örgüt bizdik ama, neticede oldu. Sözünde de durdu. En nihayet Sudan’ın başkenti Hartum’a gitmek üzere, Ürdün’ün başkenti Amman’da birkaç sene geçirdim.
Tüm bunları uzun uzun anlatmaktan maksadım şu: Amerika beni ele geçirmek ama, Fransızlara da yargılatmak istiyordu. Şöyle ki, ABD, küçük Bush iktidara gelene kadar, görünüşte de olsa, hukukî formalitelere uyuyor gözükmek istiyordu. Gizlice sayısız suç işliyorlardı fakat, zevahire umum önünde olabildiğince dikkat etmeyi de arzulamaktaydılar. Bu sebeble, şahsımı ele geçirmeyi o kadar istemelerine rağmen, beni Amerika’ya götürüp yargılayabilecekleri elle tutulur bir bahaneleri de yoktu. İşte bu sebeble, Fransızları ayarladılar, benim yargılanabilmem içinse, bir de özel yasa geçirttiler.
Sudan halkı, idaresi ve istihbaratı için bir aşağılama olan Sudan’dan Fransa’ya kaçırılma trajedisinden sonra, -evet, şimdi Fransa’dayım!- söylediğim şudur: Ben, hernekadar hukukî süreçten Fransa sorumluymuş gibi de gözükse, ABD yüzünden, CIA yüzünden buradayım. Sudan’dan Fransa’ya kaçırılmam da bir CIA operasyonudur ve tamamen dolarlar saçılarak gerçekleştirilmiştir. Yargılanmam Fransa’ya, meselenin kendisi ise Amerika’ya aittir.
Bunu Amerikalılar da söyledi zaten. Bunlardan biri de, (dönemin CIA Sudan istasyon şefi) Cofer Black’tir ki, benim Hartum’da tuzağa düşürülmemi kendi eseri olarak ilân etmiş ve hakkında bir de kitab yazmıştır.
Fakat asıl, benim dâvâma da bakan meşhur hâkim –şimdi emekli- Jean-Louis Bruguière bir kitab yazdı ki, orada hakkımdaki gerçeği olanca çıplaklığıyla itiraf ediyor. Kendisi zamanında Fransa’da antiterör dâvâlarına bakmasıyla meşhurdu ve şimdilerde Amerika’da üslenmiş, “mâlî terörizm”le savaşıyor! Amerika’nın, FBI’nın adamı. Geçenlerde (“Daha Önce Söyleyemedğim Şeyler” diye tercüme edilebilecek) bir kitab yayınladı. Kitabın 302. sayfasında şöyle yazıyor; okuyorum:
“Cezayir, bir süre, AMERİKALILAR İÇİN ÖLDÜRMENİN SEMBOLÜ OLAN TERÖRİST CARLOS’u kabul etmiş bir ülkedir.”
Herşey bir yana, başlangıçtan bugüne başıma gelenlerin birinci şâhidi benim! Hâdise, bir CIA operasyonu çerçevesinde kaçırıldığım ve Fransızların da Amerika’nın uşağı rolünde beni yargılayıp hapsettiğidir! Bu kadar büyük bir ülke için, yani Fransa için, tüm bu olan bitenler gerçekten utanç verici. Eski Fransız İçişleri Bakanı Charles Pasqua, benim yakalandığım demde “Hayır, hayır, bu bir Fransız operasyonudur!” diye şişiniyordu. Ne var ki, bu gerçekte bir Amerikan operasyonuydu ve onlar da Amerikan istihbaratının basit ajanlarıydı yalnızca; hepsi bu.
İşte Netanyahu’nun ve Beşşar Esad’ın Fransa’ya gelişleri, bana tüm bunları, hayatımın en velûd ve savaşçı bir dönemini hatırlattı. Hele yakınlarda, o güyâ “terörle savaş”ta ön saflarda bulunan bir Amerikan ajanının şahsım hakkında “Amerikalılar için öldürmenin sembolü” demesi, benim için hakiki bir iftihar vesilesi oldu. Bazen büyük tarih, şu ânki tarih ve şahsî duygular böyle içiçe geçebiliyor. Bugün, anlayacağınız, biraz hassasım.
Herneyse, ileriye bakmalıyız. Tarih, bizim tarafımızda. Ve zafer bizim olacak! Yani hepimizin, Akıncıların ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun! Allah, hepinizi, hepimizi korusun; hep sizinle olsun!
Allahü Ekber!