AKINCILAR
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

AKINCILAR

AKINCILAR FORUM
 
AnasayfaKapıGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 CHP'DE SON DURUM

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

CHP'DE SON DURUM Empty
MesajKonu: CHP'DE SON DURUM   CHP'DE SON DURUM EmptyPerş. Kas. 04, 2010 12:40 pm

DERVİŞ’İN SARI ÇİÇEĞİ

Teoman Alili
4 Kasım 2010

Kemal Derviş Türkiye’nin sol partilerini bölme ve iktidardan indirme sorumlusu olarak çalışmadı mı? DSP’nin iktidarını bitiren adam olarak öne çıkmadı mı? Dahası İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın DSP’den koparıp yeni bir parti kurdurup sonra kendisi CHP’ye gitmedi mi? Hepsinin cevabı evet ve bütün bu gerçekler varken ne tesadüftür ki Kemal Derviş daha önce planlandığı ortaya çıkan bir havaalanı görüşmesinde adaşı Kılıçdaroğlu’yla görüştü. Ne olduysa o görüşmeden sonra oldu.

En sevdiğim ilahidir; hani derviş sarı çiçeğe annesini babasını sorar ya, çiçekte ona cevap verir. Ancak sözlerde çiçeğin cinsi belirtilmez. Günümüzde ilahi tesadüf müdür nedir, sanki Derviş’in konuştuğu sarı çiçek gülmüş gibi geldi. MFÖ kusura bakmasın sarı lale değil sarı gül. Birlikte yazılınca Sarıgül oluyor. İnsan ister istemez soruyor: adaşlar havaalanında buluşutuğunda Derviş, adaşına sarıgül mü verdi acaba yada masada sarıgül mü vardı?

ASLINDA MESELE GÜL MESELESİ DEĞİL

İsimler sadece fikirlerin temsilcisi olabiliyor. Sanırım biraz daha açık olmak lazım. Açmak için kendime sorup kendim cevap vereyim. Tamamen kendi kendime konuşuyorum yani.

-ABD, AKP’den ne istiyor?-Füze kalkanını Türkiye’ye konuşlandırmasını. -Peki AKP’nin gücü buna yetiyor mu? -Aslına bakarsanız hiç yetmiyor. -Dolayısıyla ABD, AKP’yi iyice sıkıştırmak için ikinci iktidar alternatifini hazırlamaz mı? Yıllarca hazırladı. -Bu yeni bir parti olursa başarı şansı var mı? -Asla yok. -AKP’nin karşısında en güçlü görünen parti hangisi?-CHP…-Peki CHP’nin tabanı ve içinde ABD karşıtları var mı?-Cumhuriyet mitingleri ve son Kongre ABD karşıtlığının kanıtı.-O halde CHP ne yapılmalı?-Liberalleşmeli. -Liberal kadro var mı?-Elbette var.

KEMAL DERVİŞ VE SONRASI

Bütün soruları sorduktan sonra yakın tarihe dönelim. Kemal Derviş Türkiye’nin sol partilerini bölme ve iktidardan indirme sorumlusu olarak çalışmadı mı? DSP’nin iktidarını bitiren adam olarak öne çıkmadı mı? Dahası İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın DSP’den koparıp yeni bir parti kurdurup sonra kendisi CHP’ye gitmedi mi? Hepsinin cevabı evet ve bütün bu gerçekler varken ne tesadüftür ki Kemal Derviş daha önce planlandığı ortaya çıkan bir havaalanı görüşmesinde adaşı Kılıçdaroğlu’yla görüştü. Ne olduysa o görüşmeden sonra oldu. Önder Sav’la Kılıçdaroğlu’nun arası açıldı, parti dengeleri değişti, CHP’nin türban söylemi değişti v.s. Açıkça göründü ki Derviş yeni bir operasyon yapıyor. İLGİNÇ DEĞİL Mİ?Kemal Derviş’in yakın dostlarından biri Mustafa Sarıgül ve Hikmet Çetin. İki isim de ABD’ye gidip görüşmeler yapmayı çok seviyor. Kemal Derviş zaten ABD’de yaşıyor. Tam liberal sol yani… Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye girmesine en çok karşı çıkanlar kimdi. Deniz ****** ve Önder Sav. ****** kaset komplosuna maruz kaldı. Kaset komplosu olmadan birkaç ay önce Sarıgül ABD’deydi. Önder Sav’a darbe girişimi var. Adaşların görüşmesinden hemen sonra. Bence çok ilginç. Bakalım yakında Sarıgül CHP’ye katılacak mı?

ABD YEDEKLEME ZORUNDA

ABD, gerek füze kalkanı gerekse diğer çıkarları için AKP ile çalışamıyor. AKP’nin islami tabanı ve İsrail karşıtı çıkışları ABD’yi yeni iktidar seçeneklerine itiyor. ABD, AKP’nin seçimlerde koalisyon kuramayacak bir durumda olduğunu biliyor. Seçimlerde olası bir kayba göre yeni iktidar seçeneğini arıyor. CHP’nin içinde ve özellikle tabanında ulusalcı kökler varken CHP’ye güvenemiyorlar. Bu yüzden CHP’nin liberalleşmesi gerekiyor. CHP klasik köklerinden koparken Kılıçdaroğlu, Hurşit Güneş, Gürsel Tekin ve Mustafa Sarıgül gibi isimler öne çıkarılabilir.

AMAN DİKKAT!!!

Bu bölümden sonraki tüm sözlerim meclisten dışarı. Türkiye’nin federasyon yapılması veya parçalanması için AKP yeterli değil bu yüzden kurucu partinin ele geçirilmesi lazım. Devrimle kurulan bütün ülkeler kurucu partilerin başına geçen liberal veya işbirlikçi yada yetersiz isimlerin iktidarında yok oldu. Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, SSCB v.s… Umarım Türkiye’de aynı oyun oynanmıyordur. CHP ******’ün partisidir orada yönetici olanlarda ******’ün yolundadır biz öyle biliriz.

TEOMAN ALİLİ
İLK KURŞUN
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

CHP'DE SON DURUM Empty
MesajKonu: Geri: CHP'DE SON DURUM   CHP'DE SON DURUM EmptyPerş. Kas. 04, 2010 12:59 pm

TÜRKİYE VE DÜNYADAKİ SOL HAREKETLERE DAİR BİR DEĞERLENDİRME:


Sistemin solu boşaldı...
04.11.2010 - 07:19 Yazdır Arkadaşına gönder Wall Street Journal, New York Times gibi yayınlarda, ABD, Avrupa ve İngiltere’de mali krizin, “Büyük Durgunluğun”, seçmende sol partilere doğru kitlesel bir kayışa yol açmamış olmasının nedenleri, “sol neden krizden yararlanamıyor?” sorusuyla birlikte tartışılıyor.

Bu ilgi sanırım şöyle bir kaygıdan kaynaklanıyor: Kapitalizmin, 1970’lerde başlayan yapısal krizi derinleşmeye devam ederken, yeni bir boyut daha şekilleniyor. Kapitalist sistem, kendi muhalefetini, düzen içinden üretme (dolayısıyla denetim altında tutma) kapasitesini yitirmiş görünüyor. Öyleyse muhalefet hareketlerinin düzen dışına taşma potansiyeli giderek artacak demektir.

Komünistler açısından, böyle bir durumun oluşmaya başladığını görmek ve uygun politikaları üretmek önümüzdeki dönemde can alıcı bir öneme sahip olacak. Çünkü sistemin solu boşaldı ama, sağ popülist, milliyetçi, ırkçı, kökten dinci bir kanadı var. Bu kanadın toplumsal muhalefeti, düzenin dışına çıkmak ( Nazileri ve Siyasal İslam’ın partilerini düşününüz) vaadiyle kendine çekerek, “olağan üstü” otoriter rejimler yoluyla sermayenin çıkarlarına tabi kılmak açısından işlevi giderek artıyor.

“sol” un siyaset alanı kayboldu
Daha fazla ilerlemeden, daha önceki bir yazımda vurguladığım, kimi arkadaşların da yadırgadığı “sol” ve “komünist” ayrımını, o yazının sonuç paragraflarını aktararak kısaca anımsatmak istiyorum.

“… sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…
Son tahlilde, diğer bir değişle yapının devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünü açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalışacaktır.”

Bu anlamda “sol”un, siyasi (devleti yönetmeye aday) bir hareket olarak var olabilmesi için, emekle sermaye arasında bir uzlaşma alanının var olması, emeğin refah düzeyinin yükselmesi ve sosyal haklarının genişlemesi, sermayenin gereksinimleriyle uyumlu sınırlar içinde tutulmak koşuluyla, finansal (sosyal ücret) kurumsal (iyi devlet) açıdan kabul edilebilir (maliyetine katlanılabilir) olması gerekiyor. 1970’lerda başlayan yapısal kriz, bu uzlaşma alanını giderek daralttı. Yalnızca bu uzlaşma alanı üzerene yaşayabileceğini bilen sol partiler bir süre bu alanın daralmasına direndiler, sonra hızla yeni sınırları benimseyerek politikalarını ona göre değiştirdiler; “değişime uyum” adına, yumuşatılmış muhafazakar partilere dönüştüler Bu sırada sermayenin, aşırı üretim krizini düzenleyebilmek için devreye sokmaya başladığı mali genişleme ve küreselleşme sürecinin (yeni düzenleme sisteminin), tüketimi körükleyici ve ideolojik ekranları teknolojik gelişmelerin de yardımıyla yeniden düzenleyici etkileri solda bir canlanma yaşanmasına (sosyal demokrasi, sosyalist partiler, III. Yol) bir süre için olanak sağladı. Doğu Bloğu’nun çökmesinin ve bu çöküşe ilişkin ileri sürülen açıklamaların yetersizliğinin getirdiği, seçeneksizlik duygusunun yarattığı moral bozukluğu, kapitalizmin solunun söyleminin verimliliğini daha da arttırdı. Neo-liberalizmin aşırılıkları törpülenir, krizin etkileri yumuşar gibi olmaya başladı.

Ancak üç yıl önce kriz yönetme modelinin çöktüğünü muştulayan mali kriz ve onu izleyen “Büyük Durgunluk”, “sol”un sermaye ile uzlaşarak siyaset yapabileceği alanı tümüyle ortadan kaldırdı. Bu nedenle kriz başladıktan sonra sosyal demokrat partilerin, politika üretme kapasitelerini tümden kaybettiklerini, sol parti iddialarını koruyarak, sağa kaymaya devam edebilecekleri bir yerin kalmamış olmasının sıkıntısını yaşamaya başladıklarını görüyoruz.

Geçtiğimiz aylarda canlanan “solun durumu ne olacak?” tartışmaları bu daha da sağa kayarak sol olduğunu iddia etmeye olanak verecek politikaları (sloganları) arayış çabalarının bir ürünü olarak gündeme geliyor?

Sol neden gerilemiş?
Wall Street Journal’ın aktardığına göre, İtalyan dilbilimcisi ve felsefeci Raffaele Simone’nin “Tatlı canavar: Neden batı sola kaymıyor” başlıklı çalışması, önce İtalya’ da, sonrada Fransa’da büyük ilgi çekmiş. Wall Street Journal’ın bu kitabı, okuyucularına uzun bir tanıtma yazısıyla sunduğuna bakılırsa, ABD’de de ilgi çekmesi için gerekenler yapılıyor.

Simone’ye göre solun gerilemesinin arksındaki nedenler şöyle: Sol komünizmle ilişkisinin yeterince kesin bir biçime kesememiş, günümüzün dünyasının, tüketime yönelik, bireyci, küreselleşmeci özelliklerine medyanın düzenine uyum sağlayamamış. Hala kapitalizmi, Amerika’yı eleştirmeye devam ediyor, devlet müdahalesinden planlamadan yana görünüyor, Castro ve Chavez gibi diktatörlerle tehlikeli ilişkileri sürdürüyormuş. Buna karşılık, göçmenler/yabancılar sorunuyla yeterince ilgilenmiyor, ifade özgürlüğüne, cinsel eşitliğe ve sekülarizme karşı çıkan rejimlere, hareketlere (Siyasal İslam) sempatiyle bakabiliyormuş.

Prof Simone göre günümüzün Batı toplumları yeni sağın, tüketimi, kar dürtüsünü ve hazları destekleyen özelliklerine daha uyuyormuş. Büyük medyanın, ekranların (bilgisayardan IPod’a kadar) yaşamın her alanına girmiş olması da bu durumu güçlendiriyormuş.

Şimdi bunları okurken aklıma Bernard Shaw’ın, Pygmalion piyesinin, sinemaya uyarlayan My Fair Lady filmindeki bir sahne geldi. Filmde, doğru dürüst İngilizce konuşmayı ve egemen sınıfların kültürüne uyum sağlamayı öğrettiği çiçekçi kız (işçi sınıfından bir kadın), Eliza Doolittle ile romantik ilişkiler başlattıktan sonra, aralarında çıkan bir tartışmanın arkasından, Prof Higgins, arkadaşı albay Pickering’e yakınmaya başlar: “Kadınlar neden böyle… Kadınlar neden erkek gibi değil. Kadın neden senin gibi değil…” (yani erkek erkeğe konuşulabilecek, mantıklı-erkeğin mantığı tabii ki- bir biçimde pazarlık yapılabilecek biri değil). Prof Simone da, bu saptamalarıyla adeta “neden sol, sağ gibi değil? Neden tümüyle sermayenin mantığını kabul etmiyor?” diyor. Sol’un sermayenin mantığını tümüyle kabul edip, sermayeyi ilgilendirmeyen alanlardaki özgürlük sorunlarıyla uğraşmasını istiyor.

Simone’nin farkında olmadığı ve aslında “sol”un trajedisini oluşturan şey ise şu: Sol sermaye ile arasına asgari bir mesafe koyamaz, emekçi halktan yana olduğuna ilişkin bir imajı, onların yaşamında bir iyileştirme yaratacak önlemleri geliştiremezse, siyasi bir varlık olarak kalmaya devam edemez. Bu yüzden solun sorunu, sermayenin programını yeterince benimsememiş olmak değil, onun karşısında göreli bağımsızlığını, onunla arasındaki eleştirel mesafeyi, toplumsal muhalefet için çekim merkezi olmasına olanak sağlayacak, biçimde, her konjonktürde yeniden üretebilecek bir söylemi koruyamamış olmasından kaynaklanıyor.

Boşluk ve Birlik sorunu
Ancak ekonomik krizin giderek derinleştiği, uluslararası emperyalist rekabetin yeniden yoğunlaşmaya başladığı bir ortamda sol bunları yapabilir mi? Yazının başında da işaret ettiğim gibi yapamaz. Bunları yapmaya ilişkin politikaları geliştirmeye başladığı anda, sermayenin tepkisini çekmeye ve yönetemez hale getirilmeye başlar. Bu saptamayı şöyle de koyabiliriz: Sosyal Demokrasi’nin, CHP gibi partilerin, hem sermayenin taleplerine cevap verip hem de toplumsal muhalefeti kendi yörüngelerine çekme olanakları kalmadı. Eğer gösteri toplumunun “kırık aynasında” geniş kitleleri yanıltan bir görüntüyle bu işi başarabilirlerse sonucun çok daha vahim olacağını, yeni bir düş kırıklığının, sağa doğru daha büyük bir savrulmayı gündeme getireceğini, kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu hafta yapılan ABD ara seçimlerinin sonuçları da bu saptamamızı destekliyor.

Ancak bu tip partiler, zayıflamış olsalar bile işçi sınıfının, bu sınıfın en eğitimli, yeni teknoloji ve iletişim modellerine uyumlu kesimlerinin, eğitimli orta sınıfların desteğini almaya devam ediyorlar. Bu partiler zayıflarken bu kesimler yeni siyasi arayışlara yöneliyorlar. Bu nedenlerle, sol partilerin zayıflarken boşalttıkları yerde, toplumsal muhalefet bir arayış içine girerken, “şimdi kim bu kesimlerin karşısına çıkarak onlarla konuşmaya başlayacak?” sorusu büyük bir önem kazanıyor.

Bu bağlamda, Referandum sürecinde, sosyalist partiler arasında fiilen gerçekleşen iş birliğini genişleterek bu yeni arayışlara yönelen kesimlerle, birleşik ve güçlü bir sesle konuşabilecek bir kurumlaşma düzeyin ulaştırmak yukarıda değindiğim boşluğun doldurulması açısından çok önemli diye düşünüyorum.

Bu birlikte davranma olasılığı kapsamına giren parti ve akımlara bakınca, Türkiye sosyalist hareketinin ana akımlarını, birinden farklı ama birbirine paralel ve aynı tarihi yaşayarak gelişmiş gelenekleri görüyoruz. Bu birbirinden farklı geleneklerin, kültür, söylem, çalışma tarzı ve hatta sosyalizm (kapitalizmden sonraki durum) anlayışları arasında ihmal edilemez farklar olduğu da bir gerçek. Ama hepsinin aynı kümeye ait olduklarını söyleyebiliriz. Bu kümeyi ortak bir amaç, hatta sadakat belirliyor diye düşünüyorum. Bu “Sermaye ilişkisine, baskıya, sömürüye dayanmayan, sınıflara bölünmemiş, halkın üzerinde ona yabancı bir baskı aracı olan bir devletin altında yaşamak zorunda olmadığımız bir toplum kurulabilir” inancına olan sadakattir. Birliğin zemini her şeyden önce burada yatıyor. Aynı kümeyi oluşturanların (alt kümelerin), bu durumu, toplamlarından daha büyük bir etki yaratabilecek biçimde tanımlamaları gerekiyor.

Kapitalist sınıfın partileri, aralarındaki gelenek, program anlayış farklarına, hatta ait oldukları sermaye fraksiyonlarının çıkarları arasındaki çelişkilere karşın, ait oldukları sermaye yapısını korumak için, koşullar ne olursa olsun bir araya gelmenin bir yolunu bulabiliyorlar. Bunların, esas olarak emeğe karşı birleşme zemininde, türlü koalisyonlar, siyasi rejimler üzerinde anlaşabildiklerini, “siyasette küskünlük olmaz”, “dün dündür” diyebildiklerini, her seferinde kabak başımıza patladığı için biliyoruz. Sermaye sınıfının çeşitli partileri, çok partili yapılarını bozmadan tek bir küme olarak davranmalarına olanak sağlayacak siyasi yapıları, “volan kayışlarını”, platformları, hatta rejimleri oluşturabiliyorlar.
Sosyalistlerin de çok partili yapılarını sorun etmeden, bölünmüşlük, söyleminin etkisinde kalmadan, birleşmeyi düşünerek durumu olduğundan daha karmaşık hale getirmeden, hatta “zamanın ruhunu” göz önüne alarak çoğulculuğun bir gereği olarak, çoklu yapılar biçiminde birlikte davranmanın yolunu bulmaları gerekiyor. Bu yapıların neler olacağını nasıl biçimler alacağını, itiraf etmek gerekirse bilmiyoruz. “Cephe” kavramı işe başlamak için belki anlamlı. Ama yeterli olmadığı, kimseyi pek heyecanlandırmadığı da kesin. Ancak işe bildiğimizle başlamak da en doğrusu. Bu noktadan ilerleyebilmek için ise, “bildiğimizin” tutsağı olmadan konuşmaya, yeni araçları üretmeye hazır olmamız gerekiyor.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

CHP'DE SON DURUM Empty
MesajKonu: Geri: CHP'DE SON DURUM   CHP'DE SON DURUM EmptyPerş. Kas. 04, 2010 1:06 pm

Sistem Kılıçdaroğlu'nun Önünü Açıyor, Sav'ın Çabası Boşa-Fatma Sibel Yüksek/Açık İstihbarat
Tür: İç Politika
Admin tarafından gönderildi: Bugün, 06:50:39
Paylaş8




--------------------------------------------------------------------------------

Acaba ne yapmalıydık? "Önder Sav, sen bizim her şeyimizsin" diye slogan atanlara mı karışmalıydık, yoksa federasyon tezlerine soldan destek veren Sencer Ayata, Enver Aysever gibi isimlerle mi hemhal olmalıydık? Kemal Derviş'in CHP'deki temsilcisi Hurşit Güneş'i mi alkışlamalıydık?

Yoksa gidip Osman Pamukoğlu paşanın partisine mi yazılmalıydık?...


--------------------------------------------------------------------------------

Öğleden sonra televizyonun karşısındaki koltukta bir saat kadar uyuyakalmışım; uyandığımda "çağ değişmiş", Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran parti paramparça olmuştu.

Önce, çevresinde birbirini itekleyerek görüntüye girmeye çalışan tuhaf bir kalabalığın ortasında bir takım açıklamalar yapan Önder Sav'ı gördüm. "Yedirtmem, bırakmam, dar ederim" türünden bir şeyler söylüyordu. Etrafındaki 75 yaş civarı sert bakışlı kadınlarla saçını yana yatırmış bir takım bıyıklı erkeklerden arada bir alkış kopmakta, "Bravo, nurol!" sesleri yükselmekteydi...

Salonun daha uzak noktalarından ise bir takım patırtılar, bağrışmalar, kapı çarpma sesleri, "Yahu ayıptır, yapmayın.." nidaları duyuldu. Bu hengâme arasında arkalardan ne anlama geldiği anlaşılamayan bir "Nnnnyaabaşşkanımmm!" şeklinde bir nârâ patladı. Çevresindeki itiş kakıştan dolayı zaten konuşmakta zorlanan Sav, bu canhıraş bağırışı duyunca, bir kaç saniyeliğine sustu. "Provakatör,başkanım" dediler, bunun üzerine bağırışın "provokatörden" geldiğini anlayınca açıklamalarına devam etti...

"Önder Sav sen bizim her şeyimizsin!"şeklinde slogan atan grubun "Sav yanlısı gençler" olduğu sonradan anlaşıldı ki bence günün en şaşırtıcı olayı buydu. Türk siyasetinde "Sav yanlısı gençler" diye bir grup var olabiliyor ve "Önder Sav sen bizim her şeyimizsin" şeklinde slogan atabiliyorlarsa; Necmettin Erbakan, Kâmuran İnan; Süleyman Demirel, hatta Hüseyin Üzmez dahil hiç kimsenin umutsuzluğa kapılmak için nedeni yok demektir...

Hele Bülent Arınç, milis gücü bile kurabilir!Demokrasimiz sağlam yani...

Uyku sersemliğiyle bu hengâmeyi ben, Kılıçdaroğlu'nun başına -Allah korusun- suikast veya Ergenekon'dan tutuklanma gibi bir musibet geldi de ortalık karıştı; bu arada Önder Sav yönetime el koydu gibi anladım...

Sonra baktım, Kemal Kılıçdaroğlu da bir köşede açıklama yapıyor, rahatladım.

Hepinizin izlediği gibi olan özetle şuydu:

Kemal Kılıçdaroğlu, belli ki Önder Sav ve ekibini tasfiye kararı almış, bu amaçla Parti Meclisi'ni toplantıya çağırmıştı. Önder Sav'ın amacı öğrenmesi ve PM'ye güç takviyesinde bulunup "karşı darbe" ortamı yaratması üzerinde de Kılıçdaroğlu riske girmemiş, kendi çağırdığı PM'ye katılmayarak toplantıyı "kadük" kılmıştı.

Bununla da kalmayıp, ayrı bir salonda MYK toplantısı yapmış ve yeni parti yönetimini belirlemişti. Önder Sav da PM'yi toplayarak kendi çağrı yaptığı toplantıya gelmeyen Genel Başkan'ı "tüzük suçu işlemekle" suçlamaktaydı; Sav'ın iddiasına göre Kılıçdaroğlu'nun seçtiği yeni yönetim de tüzüğe göre geçersiz oluyordu.

Bu arada, tüzüğe aykırı hareket edilmiş de olsa Kılıçdaroğlu'nun PM toplantısına katılmayarak son anda kendi adına ne kadar isabetli bir karar verdiğini anlamış olduk. Belli ki Önder Sav hazırlıklıydı ve o toplantıdan olağanüstü kongre kararı çıkaracak; teşkilatların anahtarı kendi cebinde olduğu için de böyle bir kongrede Kılıçdaroğlu devrilecekti...

Önder Sav'a yakın kaynaklara göre (karnınızı tuta tuta gülmeye hazırlanın) CHP'nin bu yaşlı kurdu, Hakkı Süha Okay'ı partinin başına geçirip, kendisi de Cumhurbaşkanı olmayı planlıyordu!

Önder Sav'a cumhurbaşkanı olması için kim oy verecekti?

Onu bilen yok...

"Önder Sav sen bizim her şeyimizsin" diye bağıran ve Genel Merkez'in kapılarını kıran "genç nüfus" herhalde...

Velhasıl, ortadan ikiye bölünmüştü koskoca parti. Yeter ki parti bölünmesin diye Deniz ******'ın başına gelen olayı sineye çekip Kemal Kılıçdaroğlu'nu destekleyenler, aradan 6 ay geçmeden yine bölünme kâbusu ile karşı karşıya gelmişlerdi.

Akıllara, partideki hizipleri yirmi yılda zor bastırmış olan Deniz ****** geldi..

"Gidelim yalvaralım; zorla getirelim, kaçırıp getirelim, sırtımıza alıp getirelim ama getirelim. Gelsin olaya el koysun, Kılıçdaroğlu'nu destekleyip Sav'ın partiyi bölmesini engellesin" denildi.

******'da zaten daha bir gün önce Habertürk'te CHP'nin seçimlere Kılıçdaroğlu'nun başkanlığında gitmesi gerektiğini, kendisinin de genel başkanlık iddiası bulunmadığını söylemişti. Önder Sav'dan yediği kazıktan sonra onunla ittifak yapması da beklenemeyeceğine göre ******'ın olaya el koyup Kılıçdaroğlu'na destek atması tek çare olarak görünmekteydi.

Sav'ın teşkilattaki gücü belki böylece kırılabilir ve yeni bir kongreye bölünmeden gidilebilir, bu arada Önder Sav tasfiye edilebilirdi...

Ancak, Kılıçdaroğlu'nun açıkladığı yeni parti yönetimi, ******'ın hareket kabiliyetini kısıtlayıcı nitelikteydi. Yönetime getirilen isimlerin tümü, CHP'nin geleneksel çizgisinden vazgeçmesi gerektiğini savunan ve görüşleri "ikinci cumhuriyet" tezleri ile oldukça örtüşen kişilerden oluşmaktaydı...

Aksiliğe bakın ki diğeri de (Önder Sav), "ulusalcı" ve "******çü" takılmakta, daha düne kadar koltuğunu koruma karşılığı Kemal Kılıçdaroğlu'na destek vermiş olan bu adam, şimdi "Partinin kadife devrimlerle ele geçirilmeye çalışıldığını" söylemekteydi...

Bu şartlar altında Deniz ******, sırf Önder Sav tasfiye edilsin diye, CHP'yi nereye taşıyacağı belli olmayan bir kadroya destek vermenin tarihi sorumluluğunu üstlenebilecek miydi?

En doğrusunu yaptı ve sustu.

Bizler gibi kurtuluşu ister istemez CHP'ye bağlamış olan "ulusalcılar" da Önder Sav'la başbaşa kaldık mı!

Siz dünya tarihinde bizden daha talihsiz ulusalcılar gördünüz mü?

Acaba ne yapmalıydık? "Önder Sav, sen bizim her şeyimizsin" diye slogan atanlara mı karışmalıydık, yoksa federasyon tezlerine soldan destek veren Sencer Ayata, Enver Aysever gibi isimlerle mi hemhal olmalıydık? Kemal Derviş'in CHP'deki temsilcisi Hurşit Güneş'i mi alkışlamalıydık?

Yoksa gidip Osman Pamukoğlu paşanın partisine mi yazılmalıydık?...

....

Şimdi ne olacak?

Medyanın attığı başlıklara bakılırsa bu operasyon tamamlandı. Önder Sav'ın partideki gücünü yok sayan bir anlayış hakim. Bu yaklaşım her ne kadar ihtiyatsızlıklar taşısa da Önder Sav'ın "gücünün" daha büyük kaoslara yol açacağı düşünülmemeli.

Yeni düzene Kemal Kılıçdaroğlu gibi muhalefet liderleri ve açıkladığı yönetim kadrosu gibi kadrolar lazım. Yani,bir dönem kapanmış ve "yeni CHP" yola çıkmıştır.

Gerçek budur.

Yargıtay'dan Kılıçdaroğlu'na köstek gelmesi de beklenmemelidir. Büyük ihtimalle Kılıçdaroğlu'nun belirlediği yönetime vize verecekler.

Bu arada, CHP'ye gönderdiği tüzük değişikliği uyarısı ile süreci tetikleyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın, içinden geçtiğimiz şu tarihi süreçteki rolü ve misyonu üzerine kafa yormak isteyenler bulunabilir.

Yalçınkaya, kapatma girişimi ve "imasıyla" AKP'ye iki kez hayat öpücüğü vermiş olan tarihi figürdür...

CHP'deki "değişim" sancıları da yine onun işareti ile son bulacak gibi görünüyor...




Paylaş8



Kaynak: Açık İstihbarat

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
AZYA
Admin
Admin
AZYA


Mesaj Sayısı : 2611
Reputation : 38
Kayıt tarihi : 27/03/10

CHP'DE SON DURUM Empty
MesajKonu: Geri: CHP'DE SON DURUM   CHP'DE SON DURUM EmptyPerş. Kas. 04, 2010 6:35 pm

4 Kasım 2010

Sedat Ergin
sergin1@hurriyet.com.tr




AB’ye göre Kılıçdaroğlu fark yarattı


CHP kendi içinde ciddi bir iktidar mücadelesine sahne olurken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinin Avrupa Birliği’nde CHP’ye dönük yeni bir bakışın şekillenmesine yol açtığı gözleniyor.

Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanlığına geçen mayıs ayında seçildi. Üst düzey bir AB yetkilisinin ağzından aktaracağımız şu cümle, AB cephesindeki bakış farkını anlatmak açısından önem taşıyor:
“CHP ile AB Komisyonu arasında Kılıçdaroğlu geldikten sonraki 5 ay içinde yapılan temas sayısı, Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakerelerinin başlamasından (2005) sonra Komisyon ile CHP arasında yapılan temastan fazladır.”
CHP ARTIK SÜRECİN İÇİNDE
AB yetkilisi, “Türkiye’nin AB’ye katılım sürecindeki eksik unsur ana muhalefet partisinin süreç dışında olmasıydı” diye devam ediyor ve ekliyor: “Yeni CHP’yi AB sürecine daha angaje buluyoruz. Bu katılım sürecinde yeni bir unsurdur... Katılım süreci herkes içindir, herkes bu sürece katılmalıdır. CHP de bu süreçte rol oynamalıdır...”
Aynı yetkili, AB Genişleme Komiseri Stephan Fule’nin 23 Ekim’de görüştüğü Kılıçdaroğlu’na “AB sürecinde rol oynamak istiyorsanız AB ile daha çok temas kurmanız gerekir” mesajını verdiğini de anlatıyor.
AB çevreleri, bu noktada bazı Orta Avrupa ülkelerinin muhalefet partilerinin AB’ye katılım müzakereleri sırasında Brüksel’de temsilcilik açıp hükümete paralel bir şekilde sürece müdahil olduklarını da hatırlatıyor. CHP’nin Brüksel’de tek kişilik bir temsil düzeyi var.
CHP ile AB arasındaki diyalogun kuvvetlenmesinin somut sonuçları olabilir. CHP’nin geçmişte AB’ye mesafeli bir çizgide durması, meydanın büyük ölçüde Adalet ve Kalkınma Partisi ve onu destekleyen çevrelere kalmasına yol açıyor, bu cephenin AB’nin Türkiye’ye bakışını şekillendirebilmesine de zemin yaratıyordu.
Oysa CHP’nin “yakın diyalog” politikası, hem hükümetin Brüksel’de tek saha maç oynamasını önleyecek, hem de ana muhalefete AB’nin Türkiye’ye bakışına etki edebilme imkanını vermiş olacak.
Kılıçdaroğlu’nun Fule’ye, geçen 5 ay içindeki ikinci görüşmeleri olan son temasta, hükümetin basına yaptığı baskılar konusunda bir rapor sunması, ayrıca HSYK seçimleriyle ilgili kaygılarını aktarması, CHP’nin pekâlâ bu başlıklarda AB’nin dikkatini çekebilmesini mümkün kıldı.
ÖNCE DİYALOG VE UZLAŞI
AB yetkilileri, zamanda Kılıçdaroğlu’nun yeni anayasa konusunda yaptığı taahhüdü de önemsiyor, bu tutumun yeni anayasa yapımını kolaylaştıracağını ümit ediyor.
AB Komisyonu, referandumdan geçen anayasa değişikliği paketinin de “diyalog ve uzlaşı” yoluyla yapılmasını istemiş, ancak hükümet bildiğini okuyup referanduma gidince, bu duruma sessiz kalmıştı.
AB yetkilisi, “Hiç olmazsa bu kez yeni anayasa çalışmasının diyalog ve uzlaşı yöntemiyle sonuçlanmasını bekliyoruz. Ancak bu tartışmanın dengeli olabilmesi için CHP’nin de masaya bir paket koyması gerekir. Referandumdan alınması gereken ders, siyasi tartışmanın daha dengeli olması gereğidir” diye konuşuyor.
“Diyalog” ve “uzlaşı”, AB yetkilisinin önceki gün bir grup gazeteciyle yaptığı iki saate yakın sohbet sırasında belki de en çok telaffuz ettiği sözcükler oldu. Şu sözleri bu bağlamda çok anlamlıydı:
“Bizim için kilit konu bu iki kavramdır. Ancak Türkiye’nin politik kültüründe ne yazık ki diyalog ve uzlaşıya fazla yer yok. Sizde tartışma olunca, taraflardan birinin muhakkak galip olması, diğerinin de yerde yatıyor olması gerekiyor.”
İÇTE HEP KUTUPLAŞMAYLA DÜNYA GÜCÜ OLUNMAZ
AB’nin Ordu’nun konumu, örneğin son Çankaya davetini boykot etmesi konusundaki bakışı da daha genel bir sorunsalın parçası olarak şöyle ifade ediliyor:
“Bundan 5 yıl öncesiyle kıyaslarsak Ordu’nun rolü çok daha geriye çekilmiştir. Bütün aktörlerin birlikte çalışması gerekiyor. Burada Türkiye açısından bir arada yaşama (coexistence) meselesi karşımıza çıkıyor. Türk toplumunun bir arada yaşamanın yollarını geliştirmesi gerekiyor.” Tam bu noktada Türkiye’deki sürekli kutuplaşma ortamının AB cephesinde de belirgin bir rahatsızlık yarattığı şu sözlerden anlaşılıyor:
“Bir taraftan dünya gücü olmak istiyorsunuz. Tamam ama içeride sürekli bir kutuplaşma halinde yaşayarak bu dünya gücü olma hedefine doğru yol alamazsınız...”
AB’nin bu bakışının çok yanlış olduğu söylenemez herhalde...

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
CHP'DE SON DURUM
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
AKINCILAR :: UMUMİ :: Siyaset :: Cemaat - Parti ve STK'lar-
Buraya geçin: